İrem Azanpa
Twitter: @iiremia
Derinlik psikolojisinin ve analitik psikolojinin kurucularından Carl Gustav Jung’un öğrencisi Joseph Lang tarafından bir dönem tedavi gören, takip eden zamanda ise Jung ile tanışıp her ikisiyle kurduğu dostluk ilişkisiyle birlikte budizme, teozofiye ve tinselliğe başlayan ilgisini, insan yaşamını tüm yönleriyle ele alıp sorgulayan kişilik yapısını o dönemlerde daha da geliştiren Hermann Hesse, farklı kitaplarında da öne çıkan derin, girift ve çeşitli metaforlar kullanarak oluşturduğu ruh çözümlemerini belkide en yoğun olarak hissettiğimiz, otobiyografiye en yakın romanı olan “Bozkırkurdu” ile karşımıza çıkıyor.
Kitabın henüz başlangıcında şu sözlerle aklımızda yer ediyordu Hesse: “İçimde dışarı çıkmak isteyen bir şey vardı,ben onu yaşamaya çalışıyordum yalnızca.Neden böylesine güçtü bu?”
İşte bu sözleriyle olmakta olduğunu ve asıl olmayı arzuladığı karakteri, Harry Haller’ı yaratmaya başlamış, beraberinde karakter üzerinden ilerleyen yoğun insan betimlemeleri ile kendini karaktere, karakteri ise okuyucuya bir ayna gibi yansıtmış, Haller üzerinden yaptığı nokta atışlı tespitleri ile çoğunlukla düşündürmüş, bazen ise bir gülümsemeye sebebiyet olmuş, münzeviliği, içe dönüşü, sorgulayıcı/sorgulatıcı cümlelerinin beraberinde soğuk rüzgarlar estirmiş Hesse, bu karakteriyle kendini insanlardan epey uzak tutmuş, toplumdan çekilmiş, adeta kendisini bir “Bozkırkurdu” olarak nitelendirmiştir.
Bir kitabında; “Bir zaman neredeyse altında ezileceğim güçlerden; okul, ilahiyat, gelenek ve otoriteden biraz da davacı rolünü oynadım, eleştirdim bunları.” sözleriyle siyasal yahut toplumsal her türlü ideolojiden uzak olan bir karakteri Harry’i önümüze sürerek kendi iskeletinden bir karakter yaratmıştır. Fakat bu sözler Hesse’nin toplum sorunlarına karşı ilgisizliğini, alakasızlığını iddia eden sözler değildir. Kendisini buna karşı şu şekilde ifade etmişti Hesse; ” Ben kendimi hiçbir zaman içinde yaşadığım toplumun sorunları dışında tutmadım, beni eleştiren kimi politik görüşlü kişilerin iddia ettiği gibi fildişi kulede de yaşamadım. Beni en çok ilgilendiren şey, her zaman birey ve onun kişiliği olmuştur, devlet, toplum ya da kilise değil.” diyerek kendisi için asıl önem arz edenin insanın kendisinin olduğunu, sahip olduğu hümanist kişilik yapısını açıkça dile getirmişti. Oldukça zorlu dönemlerde geçirmişti ömrünü Hesse, iki dünya savaşına da şahit olmuş, Birinci Dünya Savaşı sırasında savaşmak için gönüllü bulunmuştu ancak yaşadığı sağlık problemleriyle savaşa katılamadı. Diğer yandan Alman militarizmine tepkisi sebebiyle İsviçre’ye yerleşmesi Naziler tarafından ağır eleştirilere maruz kalmasına neden olmuş ve yoğun depresyon dönemleri geçirmiştir.
Hesse adeta acıya bakış açımızı değiştirir. Ona göre yalnızlık da karamsarlık getiren bir duygu durumu olmamış, içe yöneliş ve kendi içinde sürdürdüğü bir saltanata dönüşmüştür. Kitabında şöyle bahseder Hesse; “Gerçekte çekilen acılardan gurur duymak gerekir, her acı bize yüksek bir aşamada bulunduğumuzu hatırlatır.” devamında; “İnsanların büyük çoğunluğu yüzmeyi öğrenmeden yüzmek istemez. Ne anlamlı bir söz değil mi? Yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için yaratılmışlar, suda değil! Evet kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa, bunda ileri bir noktaya ulaşabilir; ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir böyle biri ve bir gün gelir suda boğulur. “Evet, düşünmek ilerletir, düşünmek eğitir fakat düşünmek sancılı ve ölümcüldür. Hesse’yi de buna yaklaştıran, anlamını yitirmiş bir yaşamı yeni bir anlama kavuşturma arzusu, kendi başınalığı ve beyninde üreyen bu düşünceleriydi.Kendisini de Harry karakteriyle bu şekilde açık etmişti.
Hayatında yaşadığı acı deneyimler üzerine; “Hayatımdaki buna benzer sarsıntılardan her biri, sonunda bana yeni bir şey kazandırdı, bunu yadsıyamam; özgürlükten, ustan, derinlikten yana, öte yandan yalnızlıktan, anlaşılmazlıktan, soğukluktan yana bir kazanım.” demişti. Her kazanımın onun üzerinde bedelinin ne denli ağır olduğunu bu sözleriyle aktarıyordu. Hepimiz adına bu böyleydi belkide. Yarattığı karakterde insanların kendisinden bir şeyler bulmasını ümit ediyordu. Öyle bir karakter oluşturdu ki herkesin bir parçasını içinde taşıyordu.
Harry için yüz hatta bin varlıktan kurulup çatıldığını yazmıştı. Onun yaşamı içgüdü ve us ya da ermişlik ve zevkperestlik arasında değil binlerce kutup çiftleri arasında salınıp dururdu.İçinde kendi doğrusu var ise aynı zamanda kendi yanlışını da barındırırdı. İçinde bunların savaşını vermek elbette kolay değildi. Bir benliği mutlak diğer benliğiyle savaşır ve içini binlerce parçaya bölerdi. Bunu özümsemek hiçbir insan için imkansız olmayacaktır, zira her birimiz yüzlerce belki binlerce karakteri içimizde barındırırız. Bu sebeptendir hiçbirimizin sabit, mutlak doğrular edinemiyişi, kırılma anları.
Haller karakterinin bu noktada bize kattığı en mühim kazanım ise birçok insanın içinde bastırılmış olan benliklerinin farkına vararak o farkındalıklar üzerine bir şeyler katarak yoluna devam etme kazanımını sağlayabilmesi olmuştur. Günümüz insanının bencil, gerçekten uzak,hırslı ve kibirli yapısına, burjuvaziye yoğun bir eleştiri çizilmesi ile birlikte de,insanı yücelten asıl değerleri karakterinin yolculuğunda göz önüne sermiştir.
Nihayetinde;
“Bozkırkurdu” bize kaçtığımız şeyin asıl yaklaşmamız ve aşmamız gereken gerçek olduğunu göstermiş, ve her birimizin kendimizle olan yolculuğunda, bir başka karakterde kendini tanıyabilme adına oldukça yararlı olan bir eser olarak adını yazdırmıştır.
Çok güzel bir yazı olmuş eline sağlık.
İleride iyi yerlere geliceğinden şüphem yok,başarılı bir yazı olmuş
En az yazarı kadar güzel bir yazı olmuş 😊
Çok başarılı bir yazı,ileride iyi yerlere geleceğinden şüphem yok.
çok beğendim,harika!
Kaçtığımız ” şey ” asıl yaklaşmamız gereken “şey* midir gerçekten?
Belki de asıl yaklaşmamız gereken “şey” olduğunu düşündüğümüz “şey”den kaçmalıyızdır.
Yaklaşmamız gerektiğini düşündüğümüz ama aslında yaklaştıkça bize acı veren “şey”le nasıl yüzleşebiliriz?
Belki de sadece yaklaşmamız gerektiğine inandığımız “şey”den kurtulma gerçeğiyle yüzleşmekten korkuyoruzdur ya da bu asıl bizi bekleyen ” şey ” bizde bağımlılık yapmıştır ,belki de kendimizi bu “şey” ile anlamlandırıyoruzdur ama hangisi gerçek?
Acaba gerçekten bu “şey” bizim kendimize yaptığımız yolculuk mudur?
Bu ikilem beni yiyip bitiriyor , insan ne kadar garip bir varlık değil mi;bazen bağlanmamamız gereken bir “şey”e karşı içimizde büyük bir anlam yükleriz sanki kadermiş gibi sanki hayatımızın eksik bir parçasını bulmuşuz gibi ya da keşfetmemizi bekleyen bir dünyaymış gibi…
Neden?
Sonra kendimize sorarız neden ,neden bu “şey” benim için anlamlı onsuz olamaz mıyım gerçekten ona yaklaşmalı mıyım belki de kaçmaya devam etmeliyim; bazen deriz ya hani ondan başka bir sürü “şey” var etrafta neden o “şey”e yaklaşmalıyım burnumun ucundaki diğer “şey”ler ile beraber olmak o kadar kolay ki bunu demedim evet diğer “şey”ler benim oldu benim olmak istediler ama hiçbiri kaçtığım “şey” gibi değildi neden gerçekten benim olması gereken “şey”den kaçmalıyım ah adalet mi bu?
Kaçtığımız “şey” asıl yüzleşmemiz gerek “şey” midir yoksa bu kendimizle anlamlandırdığımız “şey”den gerçekten kaçmalı mıyız?
“Evet, düşünmek ilerletir, düşünmek eğitir fakat düşünmek sancılı ve ölümcüldür” Aynen öyle bu düşünme denen illet insanı yiyip bitiriyor ama her üzerine düşündüğümüz ,kafa yorduğumuz ,değer verdiğimiz şey bize fayda vermiyor maalesef bazen sadece aldığımız acı ve kalp kırıklığıyla kalıyoruz değil mi?