Son dönemde ülke olarak o kadar gerginiz ki… Sadece ekonomik olarak sıkıntılı bir dönemden geçmemiz, EURO 2024’ün Almanya’ya verilmesi, dış ilişkilerde yaşadığımız sorunlar değil, uzun zamandır kötü giden şeylerden dolayı mizaha çok ihtiyacımız var. Neyse ki bunun farkında olan insanlar da var. Onlardan biri de 4 Enişte 1 Cenaze romanının yazarı Duygu Yazıcıoğlu. Kitabını okurken o kadar eğlendim ve güldüm ki, beni dışardan gören biri muhtemelen vaziyeti anlayamamıştır. Size de bu kitabı okumanızı ısrarla tavsiye ederken, sözü fazla uzatmadan ilk kitabı ile bize bu eğlenceyi yaşatan Duygu Yazıcıoğlu’na bırakıyorum.
Seçimler, siyasi krizler, ekonomi derken rahatlamamız gerekti, biz de kendimizi mizaha vurduk. Tam da bu sırada kitabınız imdadımıza yetişti. Öncelikle okurlarınızın sizi biraz daha yakından tanıması için kısaca kendinizden bahsedebilir misiniz?
Siz sormadan ben söyleyeyim; evet, Yartu gibi ben de Orduluyum. İstanbul’da doğup büyüdüm. Bilgi Üniversitesi’nde Medya ve İletişim eğitimi aldıktan sonra yaklaşık 3 sene Aktüel dergisinde muhabirlik yaptım. Bayılarak yaptığım mesleğimi, maalesef helvasının kavrulma aşamasına denk geldiğim için, üzülerek bırakmak ve başka bir alana geçmek zorunda kaldım. O alan, elbette dijitaldi. İnternet sitelerinde editörlük ve içerik yazarlığı yaptıktan sonra Ajans İnsanı olup, biraz da müşteriler için içerik yazarlığı yaptım. Kısacası, mecralar değişse de görev tanımım hiç değişmedi; hep yazdım.
Yazma uğraşı sizin için oldukça eskiye dayanıyor. Sizin için yazmak mizah ile eşdeğer mi?
Galiba öyle. Mesleğe başladığım yıllarda bunu fark etmem mümkün değildi ama şimdi dönüp eski dergi yazılarıma bakıyorum da… En hüzünlü haberlerin arasına bile kahkahalık olmasa da en azından tebessüm ettirecek bir şeyler yazmaya çaba sarf etmişim resmen. Zaten editörlerim kısa süre sonra beni eğlenceli haberlere yönlendirmeye başlamıştı. Şimdi şimdi anlıyorum bunu. Bu da beni çok mutlu ediyor. Ne güzel, elim hep güldürmeye gitmiş.
Türkiye edebiyatında son dönem yazarlar mizahı daha fazla kullanmaya başladı. Geçmişte de mizahı kullanan yazarlar vardı ancak biz bugünlerde biraz daha fazla ihtiyaç duyuyoruz sanırım?
Öyle mi düşünüyorsunuz? Ben de tam tersini düşünüyorum nedense. Nerede ağlak bir hikaye, nerede kişisel gelişim aforizmaları, nerede acı, dert, keder, ıstırap… Onun peşinden gidiyormuşuz gibi bir izlenimim var. Acılarımızı kendimize eğlence yapmak gibi bir alışkanlığımız yok. Kalemi çok güçlü olan yazarlar, şahane hikayelerinin içine bazen mizah da ekliyorlar ama tamamı mizah öğelerinde oluşan ürünler yeterince üretilmiyor bence. Oysa toplumsal olarak en çok ihtiyaç duyduğumuz şeylerden biri, kendi halimize gülebilmek. Kendimizle ve içinde debelendiğimiz dünyayla hiç çekinmeden alay edebilmek. Yani benim en çok ihtiyaç duyduğum şey bu en azından.
4 Enişte 1 Cenaze gerçekten çok özgün bir fikir. Şahsen benim aklıma enişteler hakkında birşeyler yazmak gelmezdi :)Yartu’yu bir kenara koyacak olursak neden başrolde enişteler var?
Çok uzun ve saçma bir hikayesi var. Hemen anlatayım. Cosmos belgeselini izlerken çok etkilendim. Carl Sagan’ın sesinden karadelikler, Tanrı parçacığı, varlık denen şeyin kainattaki yeri falan… Çok acayip bir dünya. Ertesi gün işe giderken alüminyum doğrama bir pencere gördüm. Başka bir dükkana baktım, plastik. Diğeri yine alüminyum doğrama. E dün gece ne güzel varlık, asteroid, yörünge diyorduk, bu mükemmelliğe biz de toplum olarak bunu mu kattık, dedim. Aylar sonra son derece hüzünlü bir akraba toplantısındayız. Bir akrabamız birdenbire öne atıldı, “Bu koltuklar da güzel ama çekyat şart” dedi. Cosmos tekrar aklıma geldi. Dedim ki, yok, sadece alüminyum doğrama değil, biz bu evrene enişteleri de sunmuşuz. Daha ne yapalım?
Evrenden girip Ordu’dan çıkıyorsunuz, oradan Yozgat’a… Romanınızda da yerel konulardan genel konulara doğru bir gidiş var. Hemşehricilik ve akraba problemlerinden çekyat bıçaklayan adamlara kadar pek çok şey anlatıyorsunuz. Yazarın mutlaka toplumsal bir sorumluluğu olmalı mı?
Bence sorumluluk duygusuyla üretilen hiçbir işten hayır gelmez. Kitap bu, sosyal sorumluluk projesi değil ki. Ben toplumsal sorumlulukla hareket ediyorum diyen bir yazar, tüm mesajlarını da ister istemez okurun gözüne gözüne sokar, ki şahsen, beni bir kültür sanat ürününden daha hızlı soğutacak başka bir şey bilmiyorum. Yazarın toplumsal sorumluluğu değil ama bu hayatla bir derdi olmalı. O derdi, kendi üslubuyla, kendi cümleleri, kendi karakterleriyle anlatmalı. Bunu yaparken mesaj kaygısı gütmeye gerek yok; zira okuyan herkes, yazarın kıssasından kendi hissesini çıkarabilir. Ben de hikayemi yazarken, mesaj verme kaygısından uzak durdum. Geniş aile kültürünün dayatılmasıyla ilgili sorunlarım vardı, tıpkı modern görünen iş hayatında da pek çok şeyin dayatılmasıyla ilgili sorunlarım olduğu gibi. Onları kendi kalemimce aktarmaya çalıştım.
Bir de neden Ordu ve Yozgat?
Neden olmasın? Buralar dünyanın en güzel yerleri. Avrupa’dan bile tatile hep çıkıp çıkıp buralara geliyorlar.
Ülkemizde genel olarak insanların hayatları biraz fazla iç içe değil mi? Enişteler de aslan payını alıyor bundan.
Bence de öyle. Aile çok önemli bir kavram tabii. Varlığı, sevgisi insana güç veriyor. Benim taktığım konu, geniş ailenin, asla sorgulanmadan hayatımızın en önemli unsuru olarak kabul görmesi ve bu durumun gençlerin de burnuna sokulması. Şimdi bir insan enişte, görümce diye onu dışlayacak halimiz yok. Ama enişte, görümce diye alıp ezbere tepemize çıkaracak halimiz de yok. İyi bir insansa, kafalarımız uyuşuyorsa, bana kitap, film, festival falan önerebilecekse görüşebiliriz. Ama sırf elti diye bir insana bundan daha fazlasını atfetmek, hele hele kan bağımızın dahi olmadığı alakasız bir insana… E ne gerek var? Sonra kendi kararlarını alamayan, bireyleşemeyen insanlar olarak geziyoruz etrafta. Zaten bütün akrabalara niye isim vermişler, bu kadar boş vakti nereden bulmuşlar? Orası da ayrı bir muamma.
Bir de ‘Ajans İnsanı’, ‘Plaza İnsanı’ gibi kavramlarımız var. Buralarda kullanılan dil giderek yayılıyor. Türkçe desen diyemiyorsun ama iş ortamında bir bakmışsın sen de herkes gibisin…
Öyle. O kadar alay ettim kitapta ama siz bir de gelin beni ajansta görün. İki kelimemden biri İngilizce. Toplantıları set ediyorum, işleri eskale ediyorum, problemleri handle ediyorum. Olaylar olaylar.
Yartu’nun durumu neyi temsil ediyor? Anadolu’dan gelip çoğunlukla ayak uydurmakta zorlanan bizleri mi?
Yartu, bu ülkede kafası çalışan, bir müsaade edilse, seyahat etmek, aşık olmak, kitap okumak, huzurla kahve içmek ve üretmek gibi dertleri olan gençlerin bir temsili diyebilirim. Ama önünde aşılmaz engeller var. Ona seri halde bir şeyler dayatılıyor. Aile büyükleri tarafından da işverenleri tarafından da. Çocuk dünyanın en modern görünen işyerinde çalışmaya başlıyor, yine de bu muhafazakarlıktan kurtulamıyor. Kaçacak yeri yok.
İnsanlar çalıştıkları ya da bulundukları yere göre bir kalıba giriyor. Romanınızda da durum böyle. Peki neden sürü psikolojisiyle hareket ediyoruz?
Böylesi daha rahat. Sessizlik sarmalını kırmak cesaret istiyor. Sorgulayan da pek yok gibi. Bir gaflete düşüp, “Yaşamak bu değil” diyen isyankar gençlerin hali de kitapta malum.
Verdiğiniz rakamlara göre enişteler her yerde. Gerçek hayatta Buhara Enişte’yi diğer eniştelerden nasıl ayırırız?
Buhara Dal, alfa enişte. Yani türünün baskın örneği. Ansızın her yerden çıkıp fikirleriyle kitleleri peşinden sürükleyebilecek bir aurası var. Bunu yaparken kullandığı temel araçlar; ticari araç, penye polo yaka tişört, desenli çekyat ve telli mangal. Tabii bir de bitip tükenmeyen bir ahkam kesme kapasitesi var. Böyle bir insanı zaten nerede görseniz çevredeki diğer canlılardan rahatlıkla ayırırsınız.
Gelecekte sizin kaleminizden yeni bir şeyler okuyacak mıyız? Yeni bir çalışmanız var mı ya da farklı bir projeniz?
Umuyorum. Bir polisiye parodisi var kafamda. Notlarını tutuyorum. 4 Enişte 1 Cenaze çok mutlu ediyor beni şu anda. Onun leylalığını üstümden atabilirsem, yazmaya başlayacağım.