Yayıncılığa başladığı günden bu yana birbirinden değerli kitaplarla okurları buluşturmaya gayret eden Cumartesi Kitaplığı, yayıncılar için inisiyatif çağrısında bulundu. Cumartesi Kitaplığı Kurucusu ve Genel Yayın Yönetmeni Selda Karaman tarafından kaleme alınan çağrıda, adil bir rekabet ve doğru resmi müdahaleler olmadığı takdirde kaybedenin tüm sektör olacağına vurgu yapıldı.
İşte Cumartesi Kitaplığı’nın “Yayıncılar İçin İnisiyatif Çağrısı”:
Merhaba,
Cumartesi günü katıldığımız Günışığı Kitaplığı’nın hazırladığı ve Kadir Has Üniversitesi’nin ev sahipliği yaptığı “Edebiyat Günü” etkinliği için öncelikle, tüm samimiyeti ve emekleri için Günışığı Kitaplığı ekibine çok teşekkür ederim. İlk defa davet edildiğim, yayıncılık sorunlarının da konuşulacağını düşündüğüm bu etkinliğe katılmak benim için çok kıymetliydi. Büyük bir istekle davete icabet ettim. Her şeyden önce “Edebiyat Günü” olarak tasarlanan ve içinde genç kalemlerin ödül aldığı ve yazarlık serüvenlerine başlamaları için teşvik edildiği bir organizasyonu düşünüp, bunun için emek, zaman ve bütçe harcama fikri bile tek başına takdire şeayandır. Bu organizasyonun yayıncılar açısından verimli bir toplantı haline gelebilmesi için düşünülen tüm toplantı başlıkları da ayrıca önemlidir. Sadece başlıklar değil aynı zamanda konuşmacılara yöneltilecek sorular da titizlikle seçilmişti, bu konuda da alkışı hak eden bir emek ortaya konmuştur. Ne var ki konuşulacak konuların derinliği sebebiyle, ayrılan zaman, olması gerekenin çok çok altındaydı. Tabiki bir günde bu sorunları tartışmak ve çözmek imkansızdı, ama tartışmaya açılması bile kıymetliydi. Benim bu noktada Günışığı ekibine yöneltebileceğim tek eleştirim soru-cevap için ayrılan zamanın yok denecek kadar az olması olur -ki asıl konular ancak sorulan sorular üzerine verilen cevaplar doğrultusunda tartışmaya açılabilir- aksi takdirde gördüğümüz gibi politikacılar gibi kaçak göçek cümlelerle günü idare edebilen sorumlu kişilerin sonuca asla hizmet etmeyecek beyanlarını dinlemekle kalırız.
Etkinliğe davet edilen sektörün önemli aktörlerinin içinden yerinde ve doğru isimler çağırılmış olması sevindiriciydi. Fakat yukarıda bahsettiğim dar zaman ve soru kabul edilmeyen bir ortamda hiçbir konu sağlıklı bir şekilde ele alınamadı. Oysaki sorulması, tartışılması ve çözüm önerilerinin büyük bir dikkatle değerlendirilmesi gereken çok önemli bir toplantı olabilmeliydi. Aslında toplantının başında çok güzel bir açılış yapılmış ve sorunlara dokunulan konuşmalarla başlanmış, sivil inisiyatiften bahsedilmişti. Müge Sökmen’in bahsettiği gelecek tasviri üzerine devam edilecek diye hevesle ve heyecanla programı takip etmeye başlamıştım.
Mine Söğüt’ün bahsettiği otokontrolün sadece yazar ve yayın takvimini hazırlayan yayın yönetmenin önünde engel olmadığını, yayıncının da başlı başına piyasa erkleri karşısında nasıl otokontrole teslim olduğunu toplantının kalan kısmında üzülerek izledim. Sektörün en önemli aktörlerinin karşısında soru soramayan ve çözüm aramayan bir yayıncılar güruhunu gözlemledikçe, Müge hanımın tasvir ettiği 20 yıl sonraki yayıncılığın bu yaklaşımla asla mümkün olmadığını üzülerek anladım.
Yayıncıların sorunlarının gerçek çözüme kavuşabilmesi için çaba sarf etmesi gereken, beklenen, (ama hep beklenen) Yayıncılar Birliği başkanı kürsüdeydi, fakat tek bir gerçek soru ya da öneri tartışmaya açılmadı. Sektörün tekeli kabul edilen D&R yetkilisi kürsüdeydi ve biz en ufak bir şekilde bu tekel şirketin yarattığı ve yaydığı çalışma ahlakından, adil olmayan rekabet ortamından dem vurup konu hakkında tek cümle kuramadık. Emek Dağıtımın ikinci en önemli dağıtımcı olduğu bilinir. Fakat kendilerine de benzeri sorularımız ve cevaplanmayı bekleyen eleştirilerimiz vardı ama cümle kurmamıza müsaade dahi edilmedi. Sektörün ekonomik durumunu tahlil edecek ve önerilerde bulunacak Fatih Keresteci’nin cümleleri de başlı başına fecaatti.
Şimdi değerli vaktinizi alarak sormak istediğim birkaç şey var izninizle.
Bu toplantıda amaç, sorunları konuşmak ve çözüm aramak mıydı? Öyleyse konu başlıklarının çözüme hizmet etmeyen şekilde ortaya atıldığının ve zaman öldürmekten öteye gidilmediğinin farkında mısınız?
Gerçekten Müge Hanımın 20 yıl sonrası için tasvir ettiği yayıncılık ve kültür hayatını görmek istiyor muyuz? Bunun için fedakârlık gösterme dirayetini sahip miyiz?
İçinde bulunduğumuz sektörün, yaş meyve-sebze sektöründen farklı şekilde “kültür” başlığı altında ve kapitalizme teslim olmaması gereken en önemli alan olduğuna inanıyor muyuz?
Bu sorulara tüm samimiyetiyle “evet” cevabını verenler için gelsin bundan sonraki sorular.
Yayıncılığın diğer ticari etkinliklerden farklı olduğunu düşünüyorsanız, Kültür çalışmalarının temel motivasyonunun kültürün gelişmesi için sorunları doğru tespit etmek olduğunu ve çözüme yönelik hamlelerin bizzat sizin tarafınızdan yapılması gerektiğini de kabul etmeniz gerekmiyor mu?
Sinema sektöründe (ki aslında bir ayağı eğlence sektörü olduğu için rekabet ortamı biraz daha farklı bile değerlendirebilir) kaliteli ürünlerin gösterime girdiği 3-5 salon varken (kalite yoksunu filmlerin 150 salonda aynı anda gösterimde olmakta olduğunu biliyoruz) bu durumun yayıncılık sektöründe gözlemlenebileceğini fark etmiyor muyuz?
“Yeni çıkanlar” ve “En çok satanlar” raflarının satılmasına ses çıkarılmamasının kişisel çıkarlarınıza hizmet ettiği sürece sorun teşkil etmediğini mi düşünüyorsunuz? Bir instagram fenomeninin kitabı kimi mağazalarda 4-5 raf işgal ederken başka bir yazarın yeni çıkan kitabı (sırf raf ücreti ödenmediği için) “yeni çıkanlar” rafına bile konmaması adil mi?
Müge hanım, Metis’in kurulduğu 80 darbesi sonrası dönemden bahsetti ve “o zamanlar bile neden dolayı, ne kadar ceza alınacağı kestirebilir ve bu ceza göze alınırsa yayınlanırdı, satılırdı. Bugün, her an, neden olduğunu bile bilmediğimiz, öngöremediğimiz bir suçlama için, ne kadar ceza alacağımızı tahmin edemediğimiz bir ortamdayız” dedi. Bu konuya değinmesinin nedeni günümüzün politik ortamının yayıncıya, yazara, satıcıya, yaşattığı otokontrolün ve güvensiz ortamın, Türkiye tarihinde hiçbir zaman (darbe sonrası dönemde bile) bu kadar yoğun yaşanmadığının altını çizmekti. Günümüzde yayıncılığın ayağına dolanan tek sorun bu kadar değil tabiki. 30-40 yıl evvel yayına başlayan pek çok butik yayınevi bugünün önemli yayıncıları olarak varlığını sürdürebiliyor. Metis, Sel, Can Yayınları bunlara en güzel örnekler. Butik olarak kurulup bugün güçlü birer yayınevi olarak devam edebilmelerini sağlayan en önemli nedenlerden biri bu yayınevlerinin, kapitalist bir sisteme teslim olmamış bir yayıncılık ortamında yeşerebilmiş olmasıdır. Fakat bugün kapitalist sistemin tüm sektörlere en vahşi şekliyle yerleştiğini görebiliyor, kültür hizmeti yaptığını unutan yayıncılık sektöründe butik yayınevlerinin sisteme adapte olamaması durumunda Fatih Bey’in konuşmasında söylediği gibi “çürük elma” olarak görülebileceğini ve dağılıp gitmesi gerektiğini düşünüyoruz. Dönemin ekonomik şartlarına adapte olanların hayatta kalarak devam etmesi gerektiğini düşünüyor, bunun için sorumluluk hissetmenin gereksiz olduğunu savunuyoruz! Bu çözülmenin normalleşmesi gerektiğini düşünen Fatih Bey’in temel hatası tamamen ekonomik evrimleşmede güçlü olanın gerekli olduğuna dair yargısı tabiki. Kültür hizmeti yapıldığı göz ardı edilebiliyor. Sanki yapılan işin tabiatında tek önemli olan ekonomik sürecin varlığı gibi. Güçlü sermayeye sahip olmayan ve “çürük elma” olarak tanımlanan yayıncıların yayınlarının niteliksel değerini tartışmaya gerek yok zira!. Günümüzde “halk bunu istiyor” zihniyeti ile çıkan yayınların satışlarının desteklendiği ve rekabete aykırı uygulamaların hiçbir günahı yok bu işte…
İnstagram fenomeni olan bir yazarın, popüler bir şarkıcının veya oyuncunun veyahut bir süredir popülaritesi yüksek olan bir yazarın kitabını yüksek adetlerde basarak zincir mağazalarda dağıtımını yaparsanız ve bu mağazaların 4-5 rafını önden kapatırsanız, satışı garantilersiniz. Ve bu yayıncılığınızın önemli ve güçlü olduğunu gösterir, “çürük elma” olmaktan kurtulur hayatta kalabilirsiniz.
Adil rekabete aykırı uygulamaların ve kapitalist sisteme entegre çalışmaların önemsendiği bir kültür hizmeti anlayışının, başlı başına tüm ülkenin kültürüne vurulan darbe olduğunun farkına varmamız gerekiyor artık. Bu anlayıştan uzaklaştığımız takdirde yaşanılan sorunlara samimi çözümler üretmek mümkündür.
Öncelikle halledilmesi gereken şey oturup şikâyet etmek yerine, sorunları tespit edip çözüme yönelik adımlar atmak ve eli taşın altına koymaktır.
Bunun için önden kabul edilmesi gereken, etik değerler zemininde değerlendirilmesi gereken, gerçekler vardır:
1) Yayıncılar bu ülkenin entelektüel ortamını belirleyecek en önemli aktörlerdir. Ülkenin hak ettiği kültürel düzeye erişmesi için devletten daha çok yayıncıların çalışması ve birbirlerine destek olması şarttır.
2) Kültür hizmeti yapan yayıncıların kapitalist sisteme tam entegre çalışmasını beklemek ve bunu önermek, kültüre yapılan en büyük darbedir. Aslolanın güçlü sermayeye sahip olmak değil, tercih edilen yayınların ülkenin kültürel hayatına katkısı olmalıdır.
3) Yayıncılık sektöründe de diğer sektörlerde olduğu gibi (hatta pek çok sektörden çok daha fazla) adil rekabet ortamı ortadan kalkmıştır. (Bunu yazmamın nedenini gerçekten anlamayan varsa biraz daha sabırla yazıya devam ederse ileride detaylandıracağım)
4) Devletin yaşadığımız sorunlarla ilgilenmesini beklemememiz gerekir. Atatürk döneminden sonra kültür ortamını önemseyen ciddi adımlar atılmamış, sorun olarak değerlendirilip çözümler üretilmeye ihtiyaç duyulmamıştır. Sorunlara kendimizin çözüm üretmek zorunda olduğumuzu kabul etmemiz ve sektörün tüm önemli aktörlerini de bu doğrultuda yönlendirmeye, kimi zaman da buna mecbur bırakmaya çalışmamız, yani Müge hanımın söylediği gibi sivil inisiyatifleri kurarak müdahaleyi bizzat kendimizin yapmamız gerektiğini kabul etmemiz gereklidir, hatta zaruridir. (Aksi takdirde 20 yıl sonra bir avuç yayıncı kalacak ve bu yayıncılar ülke gençliğinin okuduklarından şikâyet etmeye ve yıllardır aynı sorunların aynen devam ettiğini söylemeye devam edeceklerdir.)
5) Okuyucu kitlesinin artması gerektiği aşikardır. Olanın da gerçek metinlere ulaşarak okuduklarının gerçek metin mi yoksa karalama mı olup olmadığını anlamalarını sağlayacak entelektüel erginliğe erişmelerine destek olmak da zorunludur. Bunun için asıl çaba göstermesi gereken yine yayıncıların ta kendisidir. Devletten beklenirse eldekiler de gider. Bunu unutmamak ve bu duruma göre adımları planlanmak gerekmektedir.
6) Kültür Bakanlığı, Yayıncılar Birliği, Dağıtımcılar gibi sektörün ve kültürel ortamın en önemli aktörlerinin, sorunların çözümüne yönelik hamleleri yapmak zorunda bırakmalıyız. Şikayetlerle veyahut bireysel çözümlerle değil, tüm kültürel ortamın sorumluluğunu üstlenerek soruna eğilmeliyiz. Kalıcı çözümlerin içinde olduğu doğru adımların dayatılması ile bu mümkündür.
Yayıncılar, yazarlar, yayın alanında çalışan (editör, çevirmen, redaksiyon, matbaa, kitapçı) herkesin şikâyet ettiği konular bellidir. Fakat gerçekten çözüme yönelik bir çalışmaya adım atmak yerine şikâyet etmek Türk Milletinin temel karakteri olmuş durumdadır. Bu şikayetleri şimdi tekrar hatırlayalım isterseniz.
– Kâğıt ücretlerinin dövize endeksli olması tüm yayıncıların en büyük sorunlarından.
– Maliyetler her geçen gün artıyor, kitap raf bedelleri daha fazla yükseltilemeyeceğinden dolayı kar oranı düşüyor.
– Dağıtımcılar, dağıtım yapmak istemiyor, depo ve kargo hizmeti sunuyor buna karşın %60’ı bulan fahiş ıskontolara yayıncıları mecbur bırakıyorlar. Bu durum kitapların raf bedelini yükseltiyor, böylece en sadık okuyucuyu bile kitap alımında zorlanıyor ve satışlar daha da düşüyor.
– Maliyetlere peşin peşin katlanan yayıncı, hak ettiği ödemeyi çok geç tarihlerde parça parça alabiliyor, kimi zaman çeşitli yöntemlerle bu ödemeler biraz daha geciktiriliyor ve dövizin karşısında yok durumuna gelerek yayıncının- karı bırakın zarar durumunda- yaşamaya devam etmesi bekleniyor.
– Kitapçılar “Çok Satanlar”, “Yeni Çıkanlar” raflarını satıyor ve yayıncıların kitaplarının raflarda göz önünde bulunabilmesi için çok yüksek meblağlarda ödeme yapmak zorunda kalıyor. Raf bedelleri ciddi bir maliyet kalemi olarak önümüze atılıyor ve böylece kazanç biraz daha azalıyor, maliyetler biraz daha kabarıyor.
– Raf bedeli gibi bir maliyete katlanabilecek bütçeniz yoksa ve kitabınız yeni çıktıysa da yeni çıkan rafında göz önüne gelemiyor, raflarda kayboluyor ve başka reklam çalışmaları için harcadığınız bütçelerin de boşa gitmesine neden oluyor.
– Nitelikli kitaplar satılamıyor. Popüler olarak tanımlanabilecek, niteliği düşük kitaplar satış rekorları kırarken önemli edebiyatçıların kitapları ya az basılıyor ya hiç basılmıyor ya da basıldığında yayıncısı zarar edebileceğini önden kabul ederek (fedakârlık yaparak) basıyor. “Çünkü halk bunu istiyor, satışı daha kolay” kafasına sahip kitapçı ve dağıtımcılar tarafından bu kitaplar destekleniyor, şişiriliyor, öneriliyor. Ülkenin pek çok yayıncısı da durumun gayet net bir şekilde farkında ve bu durumun varlığından gayet memnun şekilde yayın takvimine bu kitapları almayı tercih ediyor böylece “çürük elma” olmaktan kurtuluyor.
– Klasiklerin basım ve dağıtımında belirli yayınevlerinin kitapları tercih ediliyor. Ülkenin eski ve köklü yayınevleri ünlü çevirmenlerine seneler evvel yaptırdıkları çevirileri satmaya devam ederken yeni yayıncılar orijinal dilinden gayet iyi bir çevirmene çeviriyi yaptırmış olsa bile kitaplarını piyasaya süremiyor, çünkü dağıtımcı onunkini almak istemiyor. Telifsiz kitap basmak gibi bir lüks sadece belirli yayıncıların tekeline bırakılıyor.
– Telifli çeviri kitapların maliyetleri her geçen gün dövize endeksli olarak daha da şişiyor. Raf fiyatlarının çeviri olmayan ve hatta telifi dahi olmayan kitaplarla benzer ya da yakın şekilde kalması bekleniyor. Bedeli yükselttiğinde satışı düşüyor, telifini yüzdeli alan çevirmen ve yazarın karı artıyor (%50-60 ıskonto alan dağıtımcı en büyük karı yapıyor tabiki) ama yayıncının karında bir kıpırdanma olmuyor, satış azaldığı için biraz daha zarar hanesini büyütüyor sadece.
– Kitap fuarlarında 2-3 ve hatta 4 tane standa sahip yayıncılar mevcut iken fuara katılmak isteyen (aynı ücreti vereceği halde yine de dışlanan) başka yayıncılara verilebilecek stand kalmadığı söyleniyor. Yayıncılar için en önemli satış yerleri olan kitap fuarlarından yalıtılması ve rekabet kurallarına aykırı bir şekilde dışlanması söz konusu oluyor. Küçük de olsa bir stand alabilmiş yayıncı, kocaman adalara sahip diğer yayıncıların arasında varlığını devam ettirmeye çalışırken kendini şanslı görmesi gerektiği telkin ediliyor. Fuarın sonunda büyük adalara sahip yayıncı çok ciddi satış rakamlarını bulurken köşede ufak yer bulabilme şansına sahip olan yayıncı fuarın maliyetini çıkarabildiği için “yine çok şanslı”.
Her yayınevi kendini kültürel ortama hissettiği sorumluluk doğrultusunda yayın çıkarmak durumunda. Kimisi iyi kitaplarını yayınlayabilmek için popüler olanları da yayına alarak ekonomisini düzene sokmak istiyor, kimisi sadece ekonomik verilerin doğrultusunda yayın takvimi oluşturuyor, kimisi “az olsun öz olsun” tadında tamamen sadece değerli bulduğu eserleri yayına alıyor. Fakat en son söylediğim kategoridekiler sisteme entegre olmadıkları için yaşaması en az ihtimali olan yayıncılar. Yani sistemin “çürük elmaları” olarak kabul edilebilir! En dolgun elmalar da tabiki tüm yukarıda belirttiğim sebeplerden dolayı hayatta kalan ve satışlarıyla doğru orantılı olarak “başarılı” kabul edilen yayıncılar. Ortada kalan kategorideki yayıncıların da asıl şansları, yıllardır piyasada olmanın verdiği güç sayesinde bu ekonomik dengeye sahip olmaları. Bunu hiçbir yayıncının inkâr edeceğini zannetmiyorum. “Hatta ne var bunda, gayet normal bir durum, nesini eleştiriyorsun?” diyeceklerdir.
Eleştirim tam da şu noktada :
Her yayınevi kendini nasıl konumlamak istiyorsa konumlamakta sonuna kadar özgürdür. Fakat bulundukları noktaya gelirken kendilerine sunulan şartlara sahip olamayan yeni yayıncılara sunulan olanaksızlıklar içinde varlıklarını devam ettirmelerini bekleyemezler. Bu gün şikayet ettikleri yozlaşan kültürel ortam, bahsettiğim son yayıncı gurubunun yaşama şansı olmadığını fark etmedikleri – ve belki fark ettikleri halde önemsemedikleri- için varlığını devam ettirmektedir, hatta bu durum gittikçe derinleşerek devam edecektir. Gün gelecek kitaplara ihtiyaç duymayan bir toplumun inşa edilme sürecine destek verdiklerini anlayacaklar ve fakat iş işten çoktan geçmiş olacaktır.
Dağıtımcılar görevlerini yaparken her bir kurumu ayrı ayrı sıkıştırmaktadır. Ekonomik olarak yıpratmalarının yanında, yok olmalarını da sağlayacak politikalarla bindikleri dalı kesmektedirler. Gittikçe az nicelikte ve nitelikte kitapları satışa sunacak ve gün gelecek bugünkü durumlarını hasretle anacaklardır. (Şu an “gerektiğinden çok fazla”! kitap basıldığını düşünen Ömer Erdem’e dünyada yayınlanan kitap sayısı ortalamalarına bakmasını tavsiye ederim. Kitabın fazlası olmaz, okurun azı olur ayrıca)
Yeni yayıncıların ortaya çıkması ile kaybolması bir olacak, eskiler daha çok popüler kitaplarla hayatta kalmaya çalışacaklar. Sonra da tüm sorumluluğu destek vermeyen devlete, kötü kitapları tercih eden “cahil toplum”a yükleyerek hayıflanacaklardır.
Müge Hanım tüm iyimserliğiyle 20 yıl sonrası yayıncılığın tasviri yapmış ve fakat bunun gerçekleşmesi için sivil inisiyatifin gerçekleşmesi gerektiğinin özellikle altını çizmiştir. Kendisine sonuna kadar destek veriyorum. Bu sivil inisiyatif olmadığı takdirde de yukarıda belirttiğim durumların sonuçlarının çok ama çok ağır olabileceğini ön görüyor ve bu noktada da “kötümser” olduğunu söyleyen Mine Söğüt’e tüm kalbimle destek veriyorum.
Sivil inisiyatif için birkaç öneri ile bu mektuba son vermek istiyorum.
1) Öncelikle Yayıncılar Birliği varlık amacına hizmet ederek konunun muhatabı ve çözümlerin odak noktası olması gerektiğini fark etmeli, sorunların çözümü için samimi bir şekilde tartışılabilecek yeterli bir zamana sahip gerçek bir toplantı düzenlemelidir.
2) Sektörün tüm aktörlerini bir araya getirmeli ve her bir aktörün sorumluluğunu kabul etmelerini sağlamalı, adil rekabet ortamı için gerekli düzenlemelerde etkin rol oynamalı, yaptırımlar planlamalı ve doğru bir çizgide kalabilmek için tüm aktörleri mecbur bırakmalıdır. (Kimse bugün elindekini bırakmak istemez, hak etmediğini bilse de)
Bunların arasında şunları sayabiliriz:
Dağıtımcılar;
– Iskonto oranlarını her bir yayıncıya farklı şekilde kabul ettirmemeli, sabit oran belirlenmeli ve bu oran makul bir seviyede kalabilmelidir.
– Her yayıncının kitaplarının satış durumu, stok bilgisi, hak ettiği ödeme planı ve bakiyenin oluşum tablosuna erişimini sağlanmalı, verilerin yayıncılar birliğinde de bulunması mümkün olmalı ve fakat rakip firmaların bu bilgilere erişimi bir süreliğine engellenebilmelidir.
– Dağıtım için alınan kitapların iade için rehin tutulması gibi sektöre darbe vuran uygulamalarından vazgeçmelerini kabul etmelidir.
– Dağıtımcı, yayıncının saha görevlisi çalıştırmaya gerek duymayacağı şekilde kitapların tanıtımını ve satışının yapılmasını sağlamalı, depo ve kargo hizmeti dışında satış ve dağıtım için kurulduğunu hatırlamalı, iş planına bunu koymalıdır.
– Ödeme vadeleri 4 aydan daha uzun olmamalıdır. Daha geç bir tarihte ödeme yapılması durumunda cezai yaptırımlarının olacağını kabul etmelidir.
Perakende satış noktaları, Kitapçılar;
– “Yeni Çıkanlar” ve “Çok Satanlar” gibi rafların satışa sunulması engellenmeli, adil rekabet ortamını oluşturan bir raf düzenlemesine geçilmesi sağlanmalıdır. “Yeni Çıkan” ve “Çok Satanlar” raflarında, gerçekten yeni çıkan ve gerçekten çok satanlar bulunmalı, raflarda bulunan kitabın sadece bir yüzü açık konumlandırılmalı, böylece diğer kitapların da rafta yer bulabilmesi sağlanmalıdır.
– Özel tanıtımlar için kule, baza gibi alanlar kullanılmalı ve istenildiği takdirde bu uygulamaları yayıncılara satabilmelidirler.
– İmza, lansman gibi özel günler dışında herhangi bir kitabın diğer kitapların önüne geçmesini sağlayacak özel vitrin uygulamalarından ve bu vitrin uygulamalarının satışlarından vazgeçilmeli, tanıtım amaçlı hazırlanan afiş vb görsellerin kullanılacağı alanları oluşturarak yayıncılara bu şekilde destek olmalıdırlar. Yeterli yerleri olmadığı düşünüldüğünde azami şekilde adil rekabet ortamına uygun şekilde davranmalı ve hepsini kaldırmalıdırlar.
– Ücret ödemelerinin düzenli olması ve dağıtımcılarının işlerine yardımcı olabilmeleri için, yayınevlerinden konsinye alımlar yerine direk dağıtımcılarla çalışmaları sağlanmalıdır. Kitapçı ile dağıtımcının çalışma düzeni, yayıncının saha görevlisine gerek duymadan adil rekabet ortamına sahip olabilmesi için de çok değerlidir. Aksi takdirde her yayıncı saha görevlisini kitapçılara göndermek durumunda kalır (-ki kalıyor) ve bu durum kitapçıların çalışmalarına engel teşkil edebilmektedir.
Kitap Fuarı Organizatörleri:
– Azami düzeyde her bir yayıncının fuarlarda varlık gösterebilmesini sağlamalıdır.
– Her yayıncının bir adet standa sahip olması planlanmalı, eski ve köklü yayıncıların bulundukları yerlerden sadece birini seçmeleri istenmelidir. (Burada bana kızan yayıncılardan çok destek verenler olduğunu biliyorum)
– Her bir standın bulunduğu yere göre fiyatının belirlenmesi sağlanmalıdır (en arkadaki salonda, arada-arkada kalmış bir stand ile en öndeki salonun trafiğe en açık alana sahip standın aynı fiyatta hesaplanarak rezerve edilmesi adil rekabete uygun bir uygulama değildir)
3) Adil rekabet ortamını sektör kendi içinde oluşturmaya başladığında bunun kalıcı olması için Kültür Bakanlığı gibi kurumlarla alınan kararları paylaşmalı, devletin yasal düzenlemelerle destek vermesi sağlanmalıdır.
4) Devletin acilen kâğıt üretimine geçmesi gerektiği konusunda yetkililerle toplantılar yapılmalı, gerekli tesisler kurulana kadar devletin toplu kâğıt alımı yapıp sabit kur üzerinden yıl boyunca her bir yayıncının ihtiyacını karşılayacak şekilde yayıncıya satışını yapmaları sağlanmalı, hatta bu konuda Yayıncılar Birliği idari sorumluluğu üstlenmelidir. (Belli başlı yayıncılarla sınırlı kalmayacak şekilde, tüm yayıncılara ihtiyaç duyduğu kadar demek istediğimin altını tekrar çizmek isterim)
Bugün acilen çözüme ulaşması gereken konular olarak bunları sayabiliriz. Fakat sektörün tüm aktörlerinin bulunduğu bir toplantıda tartışmaya açılacak konular konuşuldukça başka da fikirlerin ortaya çıkacağı muhakkaktır. Yazdıklarıma itiraz edecek olanlar olacaktır elbette. “Hatta daha dün ortaya çıkmış bir yayıncı nasıl olur da bizi hizaya sokmaya cüret eder?” gibi çıkışları da bekliyor ve eleştirilere şimdiden göğüs germeye hazır olduğumu belirtmek istiyorum. Bu mektup nedeniyle yayınevimin daha zor koşullara itileceğini tahmin edebiliyor, şu güne kadar yaptığımız anlaşmaları fesh etmek isteyecek kurumlarla tartışmayacağımı şimdiden ifade etmek istiyorum. Göz dağı verebilmek için seçilebilecek yegâne küçük balık olduğumuzun da farkındayım. Ama bugün ben yayıncı olarak otokontrolü bırakmak zorunda olduğumu ve şayet bu yaşanılanlara itiraz etmezsem kendime ters düşeceğimi de biliyorum.
Bu düzenlemelerin olmadığı takdirde içinde olduğumuz geminin batacağını öngördüğüm için bu mektubu yazma gereği duydum. Bugün birkaç yayıncı daha eksilebiliriz ama emin olun adil bir rekabet ve doğru resmi müdahaleler olmadığı takdirde kaybeden tüm sektör olacaktır, daha da vahimi tüm kültür ortamımız ve ülkemizin geleceği kaybedecektir.
Saygılarımla…
Selda Karaman, Cumartesi Kitaplığı Kurucu & Genel Yayın Yönetmeni