Röportaj: Hakan Özbek
Twitter: @gormoti
Bazı yazarları çok seversiniz. İnsanın içine işlerler. İstersiniz ki daha fazla yazsınlar da bizler de daha fazla okuyalım. İşte Yusuf Reha Alp böyle bir yazar. Henüz okumadıysanız ya da fırsat bulamadıysanız pek fazla beklemeyin derim, ilk fırsatta okuyun. Okumak için kendinize fırsat yaratın.
İnsanın kendi düşünceleriyle mücadelesini o kadar keyifli anlatıyor ki; bu nedenle kitabı elinizden bırakmak istemiyorsunuz. Diğer yandan cesur ve rahat… Çünkü edebiyatı araç olarak görmüyor, onun amacı edebiyat. Kendisine en içten teşekkürlerimizi iletirken, sözü fazla uzatmadan sizleri Yusuf Reha Alp ile baş başa bırakıyorum.
Talkın’dan sonra ikinci öykü kitabınızla okurla buluştunuz. Benim gözlemlediğim kadarıyla insanlar “Konuşan Öyküler”i okumaktan keyif alıyor. Peki keyifle okuduğumuz bir yazardan bize kısaca kendisini anlatmasını istesek? Yusuf Reha Alp kimdir?
Kırk dört yaşında, Trabzon Vakfıkebirli bir ademoğlu.. Bol bol okur, arada bir yazar. Avukatlık yapar, çünkü karnı doyurmak için para lazım, evde çoluk çocuk ekmek bekliyor. Görünenler bunlar. Bu bilgilerin haricinde, kim olduğum konusunda net olarak verebileceğim bir cevap yok. Tek derdi yan mahallenin uşaklarıyla kavga etmek olan bir çocuk ve Vakfıkebir ekmeğinin üzerine sürülmüş tereyağı-reçelle geçen bir çocukluktan kötü bir netice çıkmaz diye düşünüyor insan… Çıkmamalı en azından.
Kitabınızı okurken öykücülüğünüze dair pek çok iyi şey söylemek mümkün. İnsanı hemen içine alıyor yazdıklarınız. Ancak “Talkın” ile “Konuşan Öyküler” arasında 6 yıl var. Sürenin bu kadar uzun olması yoğunluğunuzdan mı kaynaklanıyor yoksa farklı bir nedeni mi var?
Bu arada bir üniversite, bir de yüksek okul okudum. Hâlâ da okuyorum, bitirmeyi beceremedim henüz. Üzerine bir de yüksek lisans yaptım. Bak onu bitirdim işte… Mesleğimi de yapıyorum tabi aynı zamanda. Üzerinde çok uzun zamandır çalıştığım bir de senaryo var. 1897 Yunan Savaşı ile başlayıp, çöküşe doğru giden Osmanlı’nın Balkanlar’da çözülüşünün anlatıldığı bir hikâye. Vakit alıyor tüm bunlar. Bir de tabii dolaşmayı seviyorum. Cebimize iki kuruş girdiğinde ailecek yollara düşmek gibi bir huyumuz var, çok şükür. Tüm bunları da geçtim, bir şeyler yazabilmek için biriktirmek lazım. Bende birikmesi uzun sürüyor. Geç intikal problemi. Ne diyor İbn Haldun, “Coğrafya kaderdir.” 🙂
Hayatta sıradan bir insanın deneme fırsatı bulamayacağı ya da belki de cesaret edemeyeceği şeyleri deneme fırsatı buldunuz. Örneğin; Kolombiya’da Şaman Kofan Kızılderilileri ile birlikte yaşamanız. Bu merak nereden geliyor?
Anlatmayı seviyorum. Beni bıraksalar, saatlerce konuşabilirim. Bu kadar çok konuşabilmek için sadece okumak yetmiyor. Yaşamak da lazım. Bundan kaynaklanıyor olabilir. Kuru kuru anlatmak da yetmiyor elbette. Big Fish’teki “baba” en favori karakterimdir diyeyim siz anlayın artık durumumu. Önce temel hikâyeyi bulmak lazım ki, sonra mübalağa edebilelim.
Yaşadığınız bu farklı deneyimlerin sizin hayata bakışınızı mutlaka etkilemiştir. Peki hikayeciliğinize nasıl bir etkisi oldu ya da oldu mu?
Bir hikâyede şair baba oğluna diyor ya, “Salla gitsin,” diye. Tam da bunu öğrendim. “Ne kadar önemliler,” diye düşündüğüm şeyler, şu anda aklımda yoklar. Zerrecik bile değiliz ama ne seviyoruz arkadaş götümüze süs vermeyi. İstese seni böcek gibi ezecek bir gücün karşısına utanmadan “ben” diye çıkabiliyoruz. Bu kibrimizi neye borçluyuz peki? Kusura bakmasınlar ama geri zekâlılığımıza elbette! İnsan, eşref-i mahlukat mı demiştiniz?
Sizden bir şeyler okumak insana keyif veriyor. Talkın’dan sonra bu kitabınızda da hikayelerinizle insanlara dokunmayı başardınız. Hatta okumayanların, “Keşke daha önce okusaydım” diyeceği türden bir anlatımız var. Anlatımınızdaki bu gücü neye borçlusunuz?
Çok teşekkür ederim iltifatınız için… Birisinden benimle ilgili böyle bir cümle duymak çok acayip geliyor bana. Bu soruya nasıl cevap verebilirim ki?
Ben bu kitabınızda bazı öykülerinizi daha çok sevdim. Mesela “Köy Yeri” beni etkiledi. Bunda benim de Karadenizli olmamın etkisi olabilir. Diğer yandan “Tanrım, Bana Dokun…”, “Otobüs” ve “Bir Şairin Ölümü ve Sonra Tekrar Ölümü” öyküleri de beni ziyadesiyle etkiledi. “Pastırımka”yı da unutmamak lazım tabii. Öykülerinizin etkisinin iyi gözlemlerden kaynaklı olduğu düşüncesindeyim. Bu durumu siz nasıl yorumluyorsunuz?
Küçük bir ilçede doğup büyüdüm. Kısa bir Ankara macerası var, sonra Trabzon. İl olarak da fazla büyük değildi o zamanlar. Henüz bu kadar kirlenmemişti. Her anlamda… Rahmetli babam, bilinen tanınan bir adamdı. Siyaset ve spor alanlarında olmuş, hepsiyle uğraşmış. İntihar etmemek için sanıyorum, yoksa ne yapacaktı adam. Onunla birlikte gezerdim sürekli. Bir köşede oturur dinlerdim. Evdeysem de anneme yalvarırdım, “Hadi n’olur komşuları çağır ya da biz birine gidelim,” diye. Çocukluğum benden büyük insanların konuştuklarını dinlemekle geçti. Bir de anne tarafından dedem vardı, rahmetli. Onun ömrü de rakı masalarında geçmiştir. Yazın da onun yanında, meyhanelerde, sahillerde, balkonlarda, evlerin bahçesinde, ormanda, yol kenarlarında, nehirlere karşı, kısaca sofra kurulup rakı içilebilecek her yerde hazır ve nazırdım. O ve dostları içer, konuşur ben dinlerdim. “Biz rakıdaki ispirtoyu peçeteyle yakar alırdık,” diye cümle kurup yemin etsem, başım ağrımaz yani.. Çünkü ilk rakıyı tadışım altı yaşıma kadar gider. “Sevdin mi?” demişti dedem. “Yok,” dedim, “sevmedim”. “Çocuksun ya ondan, büyüyünce seversin ” demişti. Öngörülüydü rahmetli. Nur içinde yatsın, dünyanın en güzel adamıydı.
Öykülerinizde karakterler fiziksel yönlerinden çok zihinsel yönleriyle öne çıkıyor. Düşündükleri, kararları… Belki de bu durum karakterleri okuyucuyla daha çok yakınlaştırıyor.
Belki de öyle, evet.. İnsanın uzun ya da şişman oluşu değil de iç dünyası ilgilendiriyor bizleri. Özel yaşamlara meraklıyız. Kamuya açık alanlar çok da ilgimizi çekmiyor.
Anlatımınızda duygu yoğun ancak görebilene çok kararında bir mizah da var. Bu sizin özellikle tercih ettiğiniz bir şey mi yoksa, hayatta olduğu gibi kitapta da olması gerektiği kadar mı karşımıza çıkıyor.
Bilinçli, ya da plan programlı yapılmış bir şey değil. Bunun bir matematiği varsa da ben bilmiyorum. İçimden geldiği gibi yazıyorum sadece. Konuşurken de öyledir ama. Özellikle sofrada çok sululuğu sevmem. Sürekli somurtan adam da çekilmez. Her şeyin sırrı dozdur. Suyun bile fazlası adamı zehirler.
“Konuşan Öyküler” kitabınızda insanın kendi düşünceleri ile mücadelesini anlattığınızı söyleyebilir miyiz? Çünkü Otobüs’teki karakterlerden tutun da, Pastırımka’daki karakterlere kadar bunu görmek mümkün.
Herkesin bir problemi var. En büyük problemi de kendimizle yaşıyoruz. O yüzden öykülerdeki karakterler de aynı sıkıntıyı çekiyor.
Siz kitabınıza olan ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Editörüm Büşra arada bir arayıp diyor ki, “İyi gidiyor”. Onun için iyiyse benim için de iyi demektir, çünkü bir daha yazarsam yine ilk Büşra’ya götüreceğim. O yüzden önce yayınevinin memnun olması lazım. 🙂
Yazmaya ne zaman, nasıl başladınız? Yazmak size nasıl hissettiriyor?
Dört yaşımdaydım ben okuma-yazma öğrendiğimde. Kimse de öğretmedi. Öyle kendi kendime öğrendim. Daha da doğrusu eve gelen gazeteleri anne ve babama yüksek sesli okuturdum, onlar okurken ben de gazetenin üzerindeki şekilleri takip ederdim. Böyle söktüm okuma yazmayı. Sonra can sıkıntısından kerat cetvelini ezberledim. Beş yaşıma geldiğimde ilkokulda devletin belirlediği müfredatla alabileceğim tüm eğitimi kendi kendime aldığım için yeni bir şey deneyeyim bari dedim ve tersten konuşmaya başladım. Tüm kelimeleri önce kafamda terse çeviriyor, sonra öyle konuşuyordum. Ankara’da mahallemizdeki kütüphaneye üye olduğumda altı yaşımdaydım daha. Bir de yaşıtlarımdan çok daha ufaktım fiziksel olarak, kütüphaneye gidip kitap alıp bir masada oturup okurken, uzaylı gibi bakardı insanlar bana. Prematüre bir tip kütüphanede Hayvanlar Çiftliği okuyor! Okuma işi bu kadar erken bitince yazma işine girdim. İlkokuldayken evde gazete çıkarırdım. Bir spor gazetesi, adı “Eksi”, sakın niye diye sorma ben de bilmiyorum bu adı nereden bulduğumu, bir de haftalık siyasi bir gazete, onun adı da “Pazartesi”. Pazartesi çıkarırdım çünkü onu, adının menşei belli yani bu defa. Neyse, işte yazmaya öyle başladım. Gazete çıkartarak. İkisinin de tirajı “bir”di tabii ama tüm resimler, köşe yazıları, haberler, reklamlar falan hepsiyle tek tek uğraşıyordum. O gün bugün, yazmak bana iyi gelir.
Son olarak okurlarınıza söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Ölüm var ve cehennem de bu dünyadan başka bir yer değil. Kurtulmamız için tek yapmamız gereken “iyi” olmak. Aksi takdirde tekrar tekrar bu cehennemi yaşamak zorunda kalacağız. İyi olmanın yolu da, yeryüzündeki tüm varlıkları korumaktan geçiyor. Doğaya iyi bakalım ki doğa da bize iyi baksın. Onu iyi koruyalım ki, o da bizi korusun. Her şeyi bizden daha yüce olan bir varlıktan beklemeye alışmışız. Ben de diyorum ki, gelin onun üzerindeki yükü hafifletelim. Bir şeyin de ucundan biz tutalım. Onun için değil, kendimiz için yapalım bunu. Yoksa kim ister ki bu bok çukuruna tekrar dönmeyi?