Bu hafta yeni kitaplarla buluşmaya devam edeceğiz. Bu kitaplardan bir kısmından sizler için kitap önerisi listesi hazırladık. Listemizde yer alan kitapları yine severek okuyacağınızı düşünüyoruz..
1. Dada Kılavuz 1913-1923 (Ali Artun, Nur Altınyıldız Artun / İletişim Yayınları)
Kuşkusuz Dada, sadece 20. yüzyılın değil, bütün sanat tarihinin en devrimci ve doğurgan sanat hareketi. Sanatın bir nesnede ifade edilmesine son veriyor ve onu bir eylem, bir olay olarak canlandırıyor. Dada Kılavuz, bir Dada arkeolojisi. Hareketin felsefi ve siyasi kaynaklarını, dadacıların düzenledikleri etkinlikleri, yarattıkları olayları, durmadan çıkardıkları yayınları, ürettikleri işleri araştırıyor. Hem geliştirdikleri “enternasyonal”, kolektif ruhu hem de aralarındaki bölünmeleri, çatışmaları, farklı görüş açılarını aydınlatıyor. Bütün bunları, başlı başına bir antoloji oluşturacak kadar kapsamlı, bildirilerle, şiirlerle ve diğer metinlerle birbirlerine bağlıyor. Yüzlerce illüstrasyonla belgeliyor. 1913’te Münih’te doğduğu tarihten, 1923’te Paris’te dağılmasına kadar hareketin izini sürüyor. İster onu yaşatan politik eylemlerle olsun, ister tam karşısındaki taklit pastişleriyle olsun, çağdaş sanat üzerinde en etkili olan sanat hareketi, muhakkak ki Dada’dır.
2. Kırlangıç Çığlığı (Ahmet Ümit / Everest Yayınları)
Acıyı gördüm. Gözlerinin ortasında bir çiçek gibi büyüyen irisin önce ağır ağır büzülmesini, ardından çığlık gibi ansızın patlamasını gördüm. Titreyen dudaklar, bal mumuna dönüşen yüzleri, çöken yanakları, irileşen elmacık kemiklerini, birer mağara gibi derinleşen göz çukurlarını, kurumuş ağızların içinde pelteleşen dilleri gördüm.
Anladım ki benliğimizin farkına vardığımız an, acının pençesinde kıvrandığımız andır.
Çığlık değil, ürperiş değil, evet, nereden geldiğini bilmediğim o vahşi iniltiyi kalbimin derinliklerinde duydum. Soluksuz kaldım, boğazım kupkuru, alnım ateşler içinde, tuhaf bir hülyaya kapılmışım gibi sürüklendim o dipsiz boşlukta. Hayatın en karanlık sırrıyla yüzleştim.
Karanlığın her aşamasından geçtim, akan kanın sesini duydum, ölümün serinliğini damarlarımda hissettim.
Geçmişin kamburunu çoktan söküp attım sırtımdan.
İnsanın insanı öldürdüğü o ilk ânı gördüm, katilin zafer haykırışını, kurbanın korku çığlığını işittim.
Her an uyanmaya hazır o muhteşem dürtüyü bastırmak, insanlığın en masum haline, en saf doğasına dönmemek için yıllarca ihanet ettim kendime. Kendimle birlikte bütün dünyayı da kandırdım. Neredeyse başaracaktım ama bırakmadılar, benim adıma onlar öldürmeye başladılar.
İşte bu yüzden geri döndüm…
3. Sürgün – Afrika Üçlemesi 1. Kitap (Jakob Ejersbo / Alfa Yayıncılık)
“Onlar beni gebertir.”
“Kim?” “Beyaz insanlar.”
“Hangi beyaz insanlar?”
“İngilizler. İngiltere’deki beyaz insanlar.”
“Neden?”
“Çünkü ben … ben çok zenciyim.”
“Sen beyazsın,” diyor mama Hussein. “Sana bakıp da zenci olduğunu düşünemezler ki.”
“Dışım beyaz. Ama içim bütünüyle … gri.”
Afrika Üçlemesi’nin ilk kitabı olan Sürgün’de gerçek evinin nerede olduğunu asla anlayamadan yaşayan ve diğerleri tarafından dışlanan insanların düş kırıklıklarını gösteriyor Jakob Ejersbo.
4. Devrim – Afrika Üçlemesi 2. Kitap (Jakob Ejersbo / Alfa Yayıncılık)
Ejersbo, üçlemenin ikinci kitabında,her biri kendi hayatında kendi devrimlerinin peşinde olan insanların savaşıyla aslında Afrika’nın gerçeğine dikkat çekiyor. Sömürgeciler sadece Afrikalıların maddi kaynaklarını çalmadılar; insanların hem bedenlerine hem ruhlarına tecavüz ettiler. Tanzanit ocaklarında maden işçisi olarak çalışan ve karanlığın her türlüsünü yaşayan Moses’in kendi öyküsünde anlattığı gibi “Tanrı’nın gözü Zaire’ye ulaşmıyor.” Devrim sert ve gerçekçi tonuyla okurlara heyecanlı bir yolculuk sunuyor.
5. Özgürlük – Afrika Üçlemesi 3. Kitap (Jakob Ejersbo / Alfa Yayıncılık)
Ejersbo, üçlemenin son kitabında, hayal kırıklığı, kinizm ve kendini imhadan oluşan merhametsiz uygarlığa adeta uzun bir eleştiri sunuyor. Yolsuzluğun temel toplumsal mantık olarak işlediği ülkede, kötülüğün sınırı rüşvetten cinayete ulaşır. Bu dünyada, sevgi ve dostluk dahi satılıktır.
Christian ve Marcus da müziğin tutku haline geldiği hayatlarında bu dostluklarının savaşını vermektedirler. Farklı geçmişlerden ve farklı renklerden gelmelerine rağmen birbirlerine dönüşüp aynı kaderde buluşan bu iki adamda birçok hayatın izi vardır.
6. Evlilikler-Argos’taki Kanopus Arşivleri 2 (Doris Lessing / DeliDolu Yayınları)
Nobel Ödüllü Lessing’den feminist bir bilimkurgu!
Evlilikler, 2007 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Doris Lessing’in, bilimkurgu, fantezi ve siyaseti harmanlayan politik bilimkurgu başyapıtı “Argos’taki Kanopus Arşivleri” dizisinin ikinci cildi.
Lessing, bağımsız olarak da okunabilen bu kitabında, anaerkil bir uygarlığın kraliçesiyle, ataerkil bir uygarlığın kralının evliliklerini merkezine taşıyan bir öykü anlatıyor.
Doğu kültüründen, özellikle de Sufizmden yoğun biçimde etkilenen Evlilikler, farklı yönetim biçimleri, cinsiyet rolleri, kadın-erkek ilişkileri gibi güncelliğini hiç yitirmeyen sosyokültürel konuları sorguluyor.
“Argos’taki Kanopus Arşivleri” dizisinin ikinci kitabı Evlilikler’de anaerkil bir uygarlık olan 3. kuşağın kraliçesi Al-Ith ile ataerkil 4. kuşağın yarı barbar kralı Ben Ata evleniyor. Bu evlilik, “Tedarikçiler” adını taşıyan bir üst akıl tarafından zorla gerçekleştiriliyor. Ancak, zaman içinde, her iki kuşak da bu evlilik sayesinde dönüşüme uğruyor ve zıtlıklardan ilginç çatışmalar ve sürpriz çözümler doğuyor. Dişil ve eril kozmik güçlerin mücadelesinden kim galip çıkacak? Kral mı, kraliçe mi, yoksa bu evliliği ta en başından beri planlayan Tedarikçiler mi?
Doris Lessing’in kendine özgü üslubunu konuşturduğu bu kozmik romanı, Türk, Pers ve Arap toplumlarını yansıtan isimlere ve motiflere yer vererek, doğu ve batı kültürlerini politik bir bilimkurgu hikâyesinde buluşturuyor.
Cinsler arasındaki ilişkilerin feminist bir alegorisi. Baştan sona beklenmedik olanın cazibesiyle, kendi anlatısının ve görsel icatlarının hızına teslim olmuş bir imgelemin keşifleriyle dolu. —New York Times
7. Kavramsal Militanlık Üzerine (Mike Watson / Pales Yayınları)
Finans kapitalin politika üretme süreçleri üzerinde sahip olduğu yoğun etki dolayısıyla politik eylemlerde bulunmanın gittikçe daha da zorlaştığı bir dünyada sanat, zorluklara doğrudan ve kendiliğinden yanıt verebilecek bir sol muhalefetin temellerini oluşturabilecek son sığınak ve merci olabilir. Bu, sadece sanatın yeni dünyalar tahayyül etmeye imkân tanıyan, yanılsamalar yaratma kapasitesinden değil, aynı zamanda taklit ve rol yapmaya yönelik barındırdığı özel eğilimin, eleştirel mesafeyi korurken aynı zamanda -lobicilik ve yasa yapma gibi- politik süreçlerle etkileşime girmesine olanak sağlamasından kaynaklanıyor.
Tüm dünyada etkisini gösteren ekonomik krizin başlangıcından itibaren yeniden dirilen politik sanatın izlerini takip eden Kavramsal Militanlık Üzerine; her şeyden önce toplumsal saiklerle hareket eden sanatçılar, aktivistler ve sanat kolektifleri -aktivist kolektiflerin- sanat alanındaki somut politik ve hukuksal pratikleri yorumlama eğilimini vurgulamayı, böylelikle hem bireysel hem de müşterek düzeyde yaratıcı ve kendiliğinden gelişen politik taleplerde bulunabileceğimizi göstermeyi amaçlamaktadır.
8. Osmanlı’da Günümüze Basın ve Modernleşme (Uğur Gündüz / İmge Kitabevi)
Elinizde tuttuğunuz bu kitapta basın olgusunun Batılılaşma pratiğinin ve modernizm düşüncesinin önemli bir unsuru ve etkili bir aracı olduğu vurgulanmaktadır. İnternet ve Televizyon gibi iki önemli rakibinin tüm olumsuz etkisine rağmen Gutenberg Çağı henüz tamamen sona ermemiştir. İnternet ve Televizyon her ne kadar yazılı basın karşısında önemli avantajlara sahip olsa da modern toplumun bilgilenmek ve bilinçlenmek için kâğıda ve yazıya bağımlılığı halen sürmektedir, en azından bir müddet daha sürmeye devam edeceği öngörülmektedir.
Türkiye’de Batılılaşma, çağdaşlaşma, modernleşme hangi kavramla ifade edersek edelim tüm bu olgulara ait edinimlerde basın ve iletişim olgusunun derin izlerine rastlamak mümkündür. Dolayısıyla gazetecilik faaliyetleri ve iletişim; değişim, modernlik ve uygarlığın ayrılmaz bir parçasıdır. Sosyal bilimlerde bir olgunun geldiği noktayı anlamak için başlangıcını iyi bilmek gerekir.
Üzerinde yaşadığımız bu topraklarda basın ve modernleşme ilişkisinin geçmişten günümüze geldiği noktayı anlatmayı amaç edinen bu çalışma, konuya ilgi duyan araştırmacılar için önemli tarihsel ve sosyolojik verileri aktarmakla birlikte Türkiye’nin modernleşme sürecine ait karşılaştırmalı dönemsel analizleri okuyucularına özgün bir yorumla sunma iddiasındadır.
9. Tesirsiz Fırtınalar (Kaan Özkaymak / Küllük Yayınları)
”…Eski kasabamızı terk ettiğimizde, babamla klasik sözlerimizi tekrarladık. Ben ne söyleyeceğini bildiğim için babama karşı gülümsedim. ‘’Adettendir oğlum.’’ dedi. Yapacak bir şey yoktu. Sonuçta yeni bir hayat, yeni umutlara gebeydi. Onları daha doğmadan, öldürmek hiç âdetimiz değildi. Dik durduk ve birbirimize sözümüzü hatırlattık; ‘’Her şey daha güzel olacak.’’ Genelde güzel anılar, sonunda muhakkak terk etmek zorunda kaldığımız eski hayatlarımızın aralarında sıkışıp kalırlardı. Ama biz her defasında aynı sözü vermekten hiç bıkmazdık. Sonuçta, umut para ile satın almadığımız ender şeylerden biriydi ve bizde de tüketemeyeceğimiz kadar çok vardı…”
10. Yaşasın Devrim-Latin Amerika Üzerine Yazılar (Eric J. Hobsbawm / İletişim Yayınları)
Eric J. Hobsbawm’ın, “beni geri dönüşü olmayan bir şekilde fethetti” diye nitelendirdiği Latin Amerika üzerine yazdığı makaleleri bir araya getiriyor Yaşasın Devrim. “Latin Amerika’nın 1960’lara devrim umudunu geri getirdiği” dönemden başlayarak, 40 yıl boyunca kıtada gerçekleşen alt üst oluşları titiz bir tarihçinin gözlerinden izliyoruz: Hobsbawm’ın hünerli elleriyle çizilen capcanlı bir tabloda; kıtanın hızla kentleşmesi, topraksız köylüler ve köylü hareketleri, çok sayıdaki askerî darbenin etkileri, bu darbelerin kimi zaman bir “devrim” niteliğine dönüşmesi, devrimler, başta Kolombiya olmak üzere şiddet eylemlerinin olağanlaşması, FARC gibi gerilla gruplarının ortaya çıkışı resmediliyor. Yaşasın Devrim, Latin Amerika’da viva la revolucion şiarının nasıl yükseldiğini ve akıbetini dünyanın en önemli tarihçilerinden Hobsbawm’ın kaleminden okuma fırsatı sunuyor.
“Latin Amerika’nın açığa çıkardıkları bölgesel değil geneldi. Bir tarihsel değişim laboratuvarıydı; ekseriya beklenenden farklıydı; benimsenmiş hakikatleri çürüten bir kıtaydı. Tarihsel dönüşümün son süratle cereyan ettiği bir bölgeydi. (…) Yine de Avrupa’da geçerli kavramların bu kıtayla neden bu denli bağdaşmaz olduğunu, Batı dünyasının kurumları ve hareketlerinin neden Latin Amerika’da şimdiye kadar birer fiyasko olduğunu merak etmekten kendini alamıyor insan. Buna verilecek yanıt belki de esas sorunun çözümünde de bize ipucu sunabilir.” —Eric J. Hobsbawm
11. İlk Taş ( Carsten Jensen / Dedalus)
Afgan Savaşı’na dair sarsıcı bir roman!
Danimarkalı bir grup asker Afganistan’a savaşmak için gelirler. Üzerinde ortaklaştıkları ve emin oldukları tek bir şey vardır: Düşman. Teyakkuz bölgesinde beklerken Tanrı’dan bir “aksiyon” dilerler. Sıkılırlar. Tek istedikleri Afgan düşmanlarını yok etmektir. Fakat “düşman”la ilk karşılaşma, ona dair tüm bildiklerinin yerle bir olmasına sebep olur. Düşman kimdir, neye benziyor ya da benzemelidir? Onları bir ölüm kalım savaşı beklemektedir.
İlk Taş, savaşa görkemli ve korkutucu bir davet. Belirsiz bir suçluluk hissiyle kendimizden uzak tutmaya çalıştığımız halde o savaşın içinde olduğumuz gerçeğini bilmeye davet ediliyoruz.
Ve hepimiz o kadim sorunun cevabını merak ediyoruz: İlk taşı kim atacak?
12. Moskova’da Bir Beyefendi (Amor Towles / hep kitap)
1922 yılında Kont Aleksandr İlyiç Rostov Bolşevik mahkemesi tarafından yargılanarak suçlu bulunur ve Moskova’daki lüks bir otelde ömür boyu göz hapsinde tutulmasına karar verilir. Hayatı boyunca hiç çalışmamış, sadece edebiyat ve sanatla ilgilenmiş bir aristokrat olan Rostov şimdi bir otel odasında yaşamak ve Sovyetler Birliği’nin en çalkantılı yıllarını pencereden izlemek zorundadır. Ancak hiç ummadığı bir şekilde bu daracık oda ona çok daha zengin bir dünyanın ve çok daha doyurucu ilişkilerin kapısını açacaktır.
New York Times’ın çok satanlar listesinden uzun süre inmeyen Moskova’da bir Beyefendi mizahi dili, sağlam karakterleriyle yazın dünyasına yepyeni bir soluk getirecek.
13. Akıllı Hissetmek (Eyal Winter / İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları)
Profesör Eyal Winter, Akıllı Hissetmek adlı bu çalışmasında duyguların kökenlerini incelerken, duygular ile mantığın oluşturduğu dengeye dikkat çekiyor. Winter’a göre; kimileri tarafından evrim öncesinde kaldığı vurgulanan duygusallık, rasyonel davranabilmek ve hayatta kalabilmek için temel değerlendirmelerimizi inşa ediyor. Öfke, güven, aşk, iyimserlik-kötümserlik ve irrasyonellik gibi sözde zararlı duygular, işe yarar sonuçlara ulaşabilmemizde bize yardımcı oluyor. Karar verme çalışmaları alanında uzman olan yazar, duygusal ve düşünsel mekanizmaları birlikte ele alarak bu alana özgün bir katkı sunuyor.
Genel okur için, akademik olmayan bir üslubu tercih eden Winter, oyun teorisinin ünlü uygulamalarını ele alıyor ve Tutsak İkilemi, Bayes Teoremi ve Nash dengesi gibi pek çok örneği basit bir anlatımla işliyor. Gündelik hayatın stratejileri ile uluslararası ilişkilerde devletlerin stratejilerini benzerlikleri içerisinde ele alan yazar, karşılıklı ilişkilerde yatan bilmeceleri sorguluyor.
Akıllı Hissetmek, hem akademik düzeyde oyun teorisi ve karar verme çalışmaları ile ilgilenen okurlar için hem de gündelik hayatta resmi ve gayriresmi ilişkileri çözümlemek isteyen genel okuyucu için sıra dışı bir okuma sunuyor.
“Duygusal davranma evladım” derdi bir büyüğüm. Önemli kararlar arifesinde duygusal davranmamak gerektiği nasihatini çoğumuz duymuşuzdur herhalde. Aklımızla duygularımızın bizi farklı yönlere taşıdıkları yaygın bir kanaattir aslında. Duygusallıkla akılcılığın çeliştiğine inanırız çoğu zaman. Oysa davranış bilimlerdeki son yıllardaki gelişmeler, duyguların akılcılığı destekleyen boyutlarını ortaya çıkartıyor. Akıllı Düşünmek, akılcı duygusallığın pekala mümkün olduğunu bize söylüyor. Çağımızın önde gelen bilim insanlarından Eyal Winter, bu eserinde, insana dair matematik dilinde yazılmış sayısız bilimsel makalenin özünü usta bir hikâyecinin sadeliğinde anlatıyor. —Prof. Dr. Remzi Sanver, İstanbul Bilgi Üniversitesi
14. Çıkrıklar Durunca (Sadri Ertem / Kor Kitap)
(…) Eserinin temelinde ‘ekonomik ilişkilerin belirleyici etkisini’ oturtan Sadri Ertem’in, toplumsal mücadelenin bu temel çelişkisini, nice Marksist yazardan önce saptayıp yazmış olması, handiyse mucizedir. —Attila İlhan
“Fabrika malı satanlarla, dokumacılar arasındaki mücadeleyi belirten bu kitabı ‘sosyal roman nev’ine ait ilk tecrübe olarak görüyoruz.” —Ömer Faruk Toprak, Yürüyüş, sayı 10, Sonteşrin 1942
19. yüzyılın sonu. Avrupa sanayi ürünlerindeki gücüyle yerli el tezgâhlarını paldır küldür çökertiyor. Devlet, her geçen gün biraz daha kötüleşen hayat şartları karşısında kayıtsız; dahası, devlet kendi halkını yola getirmeye çalışıyor. Art arda patlak veren korkunç olaylar, Alevi Sünni çatışmasına kadar sürükleyecek insanları. İsyanlar, eşkıyalar, mazlumla zalimin birbirine karışması… —Selim İleri, Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu
15. Sınıfın Yeni Görünümleri ve Bilişim Sektörü (Güven Savul / Nota Bene Yayınları)
İşçi sınıfı; neoliberal onyıllar boyunca, işini, statüsünü, iş güvencesini olduğu kadar sosyal teorideki yerini de kaybetti. Kaybettirenler bu duruma nesnellik atfederek, mutlaklık zırhı giydirmeyi ihmal etmediler. Buna göre, üretimin teknolojik tabanı köklü değişime uğramış, bilgi ve teknoloji iç içe geçmiş, üretim ise ulus aşırı bir karakter kazanarak, işçilerin örgütlenme ve mücadele kapasitelerini boşa çıkartan bir işleyişi yerleştirilmişti. Henüz 1980’li yıllardan söz ediyorum. Neoliberal sermaye programının çok yönlü bir şekilde seçeneksiz ilan edildiği, bu yola giren ekonomilerin “mucize” ön ekiyle adlandırıldığı yıllardan… Sosyal teorinin tozlu raflarına atılan, şimdilik işçi sınıfının kendisi değil, örgüt ve mücadele konusundaki tarihsel birikimiydi. 1990’ların sonlarına doğru bu da oldu; öznellik, mutlak görelilik ve olumsallıkla yeniden harmanlanan sosyal teori standında, çeşitlenen, farklılaşan eyleyiciler listesinde yok, yoktu; tek istisnası işçi sınıfıydı…
Özetle sosyal teorinin çağdaş tarihi, işçi sınıfının, dolayısıyla da sınıflar mücadelesinin toplumsal ilişkilerin açıklanmasındaki kritik yerinin (ki o yer devrimci eleştirelliktir) yadsınması tarihidir. Bu dışlama, 40 yıldır küresel çapta fasılasız şekilde devam eden sermaye taarruzunun sosyal teorideki etkisi ise, bu taarruza direnen ve sosyal teori düzleminde -deyim yerindeyse- adeta “gerilla savaşı” vererek, ana akım hatlarda gedikler açan entelektüel çabalar da hep oldu. Elinizdeki kitabın kritik önemi bu hususla ilgilidir. Bu kitap, işçi sınıfını, dolayısıyla sınıflar mücadelesi kavrayışını sosyal analize yeniden dahil etmeye dönük son 30 yılın en önemli katkılarını, tarihsel arka planlarına da göndermede bulunarak değerlendiren son derece geniş bir hacime sahiptir. Öyle ki son derece güncel Sanayi 4.0 tartışması bile kendisine yer bulmuştur.
Geleneksel ve çağdaş toplumsal sınıf literatürünün; maddi/gayri-maddi, üretken/üretken olmayan emek ve sınıf oluşumu temaları ile sistemli bir şekilde değerlendirilmesi, bu kitabın en dikkat çeken özelliklerinden biridir. Öte yandan kitap, bir doktora tez çalışmasının ürünüdür; geniş çaplı literatür değerlendirmesiyle ortaya konan kavramsal çerçeve, Bilişim ve İletişim Teknolojileri alanındaki saha çalışması ile bir analiz çerçevesi hüviyeti de kazanmıştır. Yazar kendi çabasını işçi sınıfını sosyal teoriye yeniden dahil etme girişimlerinin bir parçası olarak tanımlar. Bu çabanın kavram ve olgu bağlantısı kurulmak suretiyle gerçekleştirilmiş olması, son derece önemlidir. Üstelik bu bağlantı, gayri-maddi emek gibi, işçi sınıfını yerinden eden post ön ekli teorilerin en güçlü oldukları bir alanda kurulmuştur. Kitap post teorileri aşil topuğundan yakalamıştır. Onların parçalanma dedikleri yerde farklılaşma yaşandığını, dolayısıyla da, “işçi sınıfı çözüldü” denilen yerde, sınıfı içi farklılaşmalara duyarlı birleşik bir işçi sınıfı hareketi olasılığının bulunduğunu, ortaya koymuştur.
Hacimli ve titiz çalışması ile Türkiye’de toplumsal sınıf çalışmalarına güçlü bir referans kaynağı kazandırdığı için Dr. Güven Savul’u kutlarım.
16. Bugün Anne Gibi Değilim (Belma Fırat / Nota Bene Yayınları)
Kadın yoktur, kadınlar vardır. Kadın bir inşadır, erkekliğin arzularını temsil eden; onu “kutsal anne”, “evinin kadını”, “fahişe” gibi rollere hapsederek fetiş haline getiren, çeşitliliğini, zenginliğini ortaya koyacak varoluş imkânlarını elinden alan bir kurgu. Eril tahakküm; cinselliğe dair ürettiği söylemler ve normu belirleyen pratiklerle oluşturduğu cinsellik tertibatı üzerinden kadını bir cinsel özne olarak kurar. Öyle ise farklı kadınlık kurguları da mümkündür.
Belma Fırat’ın öykülerinde ele aldığı kadınlar, onları kısıtlayan toplumsal cinsiyet temsillerine karşı koymayı bir direniş biçimi olarak algılayan, politik farkındalıklarını cinsel edimlerinin içine taşıyan, cinselliğin toplumsal/siyasi tahakküm biçimlerinin bir arenası olduğunun bilincinde ve bu olguyla yüzleşmekten kaçınmak yerine, aykırı cinsellikleri üzerinden iktidarı ifşa etmeyi seçen kadınlardır.
17. İmgesel Beden (Moira Gatens / Otonom Yayıncılık)
“Beden” nosyonu, günümüz feminist teori ve pratiğinde çokça tartışılıyor. Bu tartışma, hem psikanalizin hem de felsefenin beden imgelemlerinden besleniyor. Moria Gatens her iki yaklaşımın da kadın bedenini “eksiklik”, “bağımlılık” ve “tutku”, erkek bedenini ise “tamlık”, “özerklik” ve “zihin” ile ilişkilendiren hâkim imgelemlerini sorguluyor. Zira Gatens’a göre, kadın ve erkek bedenine atfedilen bu farklı beden imgelemleri, kadınların ve erkeklerin “siyasi beden”le ilişkilenme koşullarını belirliyor. Kadınları siyasi bedenden dışlama işlevi görürken, erkekleri bu bedenin kurucusu ve öznesi olarak konumlandırıyor.
Peki beden bu hâkim imgelemlerin ötesinde nasıl düşünülebilir? Zihnin kuvvetleri karşısında edilgenleştirilen bedene etkin ve yaratıcı güçleri nasıl iade edilebilir? Bu soru karşısında Gatens, Spinoza’nın “öteki imgelemler” nosyonu temelinde, bedenlerin değişebilme, etkileme ve etkilenebilme gücüne odaklanıyor. Feminist düşünce ve pratiği sürekli çıkmazlara sürükleyen cinsiyet/toplumsal cinsiyet ayrımını yerinden ederek, bedeni bir etik pratik, cinsel farkı ise bu kendini olumlama pratiğine içkin olarak düşünmeyi öneriyor. İmgesel Bedenler, bedeni özgürleştirilecek bir şey değil, bizzat bir özgürleşme pratiği olarak okuyor.
18. Yalnızlığın Felsefesi ( Lars Fr. H. Svendsen / Redingot)
Çoğumuz için en büyük korku: yalnız ölmek. Yalnızlık, üzerine eğilmesi zor bir konu çünkü yoğun bir şekilde sosyal olan dünyamızda pek çok olumsuz tınıya sahip. Ama gerçek şu ki nerede insan varsa orada yalnızlık da vardır. Odanızın sessizliğinde otururken, ikindi vakti bir parkın sakinliğinde dinlenirken ya da hareketli bir sokakta insan kalabalığıyla çevriliyken yalnız olabilirsiniz. Şarkı mırıldanan birinin bize ne kadar yalnız olabileceğimizi anlattığını duymak için radyoyu açmanız yeterli. Bu ezber bozan kitapta, filozof Lars Svendsen yalnızlığın üstüne gidiyor ve bu en insani duygunun hem olumlu hem olumsuz taraflarını masaya yatırıyor.
Felsefe, psikoloji ve sosyal bilimlerde yapılan son çalışmalardan yararlanan Yalnızlığın Felsefesi farklı yalnızlık türlerini keşfe çıkıyor ve insanları bunlara yatkın kılan psikolojik ve sosyal karakteristikleri inceliyor. Svendsen dostluğun ve aşkın önemini gözden geçirirken yalnızlığın yaşam kalitemizi nasıl etkilediğini, fiziksel ve zihinsel yaşamımız üzerindeki tesirlerini araştırıyor. Kışkırtıcı bir hamleyle, modern toplumumuzun ana sorununun çok fazla yalnız olmamız değil daha ziyade yeterince tek başına kalamamamız olduğunu ileri sürüyor ve yalnızlığımızın kendimiz ve dünyadaki yerimiz hakkında bize derin şeyler söyleyebildiği anların izini sürüyor.
Ortaya çıkan sonuç ise varlığımızın karmaşık ve derinden anlam dolu bir parçası hakkında yazılmış işte bu büyüleyici kitap.
19. Kardeşini Doğurmak – Türkiye’de Ensest Gerçeği (Büşra Sanay / Doğan Kitap)
Kardeşini Doğurmak elini taşın altına koymaktan çekinmeyen bir kalemin ürünü… “Direkt büyüdüm, büyüttüler”
“Büşra Sanay insanlığın en karanlık noktasına, en bağışlanmaz suçuna büyük bir cesaretle eğiliyor ve ne kadar acı olursa olsun gerçeğin gözünün içine bakmaya çağırıyor bizi. Belki de arınma, bu yüzleşmelerle gelecek. Büşra gibi duyarlı insanların acı çekme pahasına yazdığı, böyle önemli kitaplarla… Okurken sarsılacaksınız hem de çok sarsılacaksınız. Sanırım gerekli olan da bu…” —Zülfü Livaneli
Türkiye’nin en mahrem yerinde görülmeyen, görmezden gelinen bir yara: Ensest. CNNTürk haber spikeri Büşra Sanay, yıllarca süren titiz bir çalışmayla ensest mağdurlarından ailelere, sosyologlardan ilahiyatçılara, hukukçulardan eğitimcilere, psikologlardan adli tıpçılara kadar her kesimden insanla konuşarak Türkiye’nin ensest tablosunu ortaya çıkardı.