Röportaj: Hakan Özbek
Twitter: @gormoti
Polisiye edebiyatın sevilen yazarlarından Suat Duman son olarak yeni romanı Rakun ile okurlarla buluştu. Son zamanlarda okuduğum en keyifli polisiyelerden biri oldu Rakun. Burada Duman’ın keyifli dili ve olayları birbirine ustaca bağlaması tabiki en büyük etken. Bizleri İstanbul’un tekinsiz sokaklarında bir maceraya davet eden yazar, bizlere iyi edebiyatı uzaklarda aramamamız gerektiğini de gösteriyor.
Suat Duman sadece yazdıklarını bize sunmuyor; aynı zamanda Alakarga Yayınları’nın Yayın Yönetmenliğini de yapıyor ve edebiyatımıza bu yönüyle de katkı sağlıyor.
Sözü uzatmadan sizleri Cinayet Mevsimi, Müruruzaman Cinayetleri, Dünyanın Leşleri ve son olarak Rakun ile bizleri buluşturan Suat Duman ile baş başa bırakıyorum.
Öncelikle bu yeni macera ile bizleri buluşturduğunuz için çok teşekkür ederim. Bir yandan yazarlık, bir yandan Alakarga Yayınları… Bu durum yazmanızı nasıl etkiliyor? Yazmaya zaman ayırmakta zorlanıyor musunuz yoksa buradaki uğraşlar yazarlığınıza olumlu bir etki mi bırakıyor?
Asıl ben teşekkür ediyorum, çok güzel bir iş yapıyorsunuz, devamını diliyorum. Aynı yere vuruyoruz, biz yayıncı olarak siz bir edebiyat kanalını sürdürerek, her gün yeni içerikler için çabalayarak. Halk kültürünün büyük mirasından güç alıyoruz, zamanın kirleten, çürüten ahlakına karşı koyuyoruz. Sanatın bizi estetikle, felsefeyle, derinlerle sarıp sarmalayan ütopyası adına meydan okuyoruz.
Yayıncılık ve yazarlık, öyle görünse de birbirini doğrudan etkilemiyor. Olumlu ya da tersi bir etkisi olduğunu söyleyemeyeceğim. Varsa da kendimi uzak tutuyorum, işimi yapıyorum, yapmaya çalışıyorum diyelim.
Polisiye eserlerde kasvetli bir hava olur genellikle ve bu böyle devam eder. Rakun’un ise eğlenceli bir yanı da var bana göre. Bu yönde tepkiler var mı?
Polisiye hakkındaki önyargılardan diyelim buna, ciddi, kasvetli, gergin! Hayır efendim hiç de öyle değil. Christie’nin kendini beğenmiş dedektifi Hercul Poiret o kadar ciddidir ki komiktir düpedüz. Holmes mesela, soğuk, mesafeli bir espri anlayışına sahiptir. Sinemadaysa örneklerin çoğu mizahtan yanadır. Peter Sellers’ın müfettiş Clouseu karakterini anımsayalım. Polisiye tek tip değildir, söylemek istediğim bu.
Rakun’da çok sayıda karakter var bunların hiçbiri akşam beşte mesaisini tamamlayıp bir an önce evine ulaşmaya çalışan büyük kalabalıktan biri değil. Zengin olmanın gayrımeşru yollarında geziyorlar ve bunun için her şeyi yapmaya hazırlar. Bu dünya bir kâbus atmosferinde de yazılabilirdi ben tercih etmedim. O dünyanın parodisini de yapmadım ama. Sadece tebessümle görmeyi tercih ettim. Suç dünyasını hiçbir zaman realize edemedim, itiraf edeyim. Hatta durun eli artırayım, siyaset dünyasını da bir yere oturtamadım. O insanların kendilerini bu kadar ciddiye almalarına, yarattıkları yanılsamaya kendilerinin de inanıyor olmalarına anlam veremedim, inanmadım. Ciddiyet bana hep komik geldi. Gelişine yazdım diyelim.
Evet, tepki değil ama romanın dili ve hikayesini eğlenceli bulan çok sayıda okur oldu.
İnsanlar başlarına kötü bir şey gelene kadar turist gibi bakıyorlar kentlere. Sonra ise normalleşiyor aslında. Rakun’da, biraz abartılı da olsa, İstanbul’un bir başka yüzünü görüyoruz diyebilir miyiz?
Hem İstanbul’un hem hayatın. Turist gibi bakılması da çarpıklıkların zaman içerisinde normalleşmesi de anlaşılır bir durum. Kalabalıkların sürekli bir kavga ve sorgulama halinde olmasını neden bekleyelim? Diğer taraftan okurun büsbütün yabancısı olduğu bir dünyayı, hiçbir fikrinin olmadığı tipleri yazmış değilim. Belki şu, Rakun’daki tipler ancak hizadan çıktığında, şeytana uyduğunda, iplerini kopardığında görüş alanımıza giren tipler. Herkes için öyle bir an vardır. Hikâyenin başkişisi Can mesela, finale kadar herhangi biri kadar ‘sıradan’dır. Finalde uyar vahşetin çağrısına. Kadraja girmek için zıvanadan çıkmamız gerekmiyor, kadraja girmemiz de gerekmiyor zaten. Herkesin bu uçları taşıdığını düşünüyorum, Rakun sıradan insanların vahşi zamanlarını anlatıyor.
Yanlış hatırlamıyorsam Rakun’da polis olaylara dahil olmuyor. Bunun kitapta yazılanların dışında bir nedeni var mı? Olayların hızını kesmemek gibi mesela…
Polisi hikayenin dışında tutmak için özellikle çabalamadım. Hikayede yeri yoktu bu nedenle anlatmadım. Polis orada bir yerde muhakkak. Kıyısında köşesinde, finalinde, bilmiyorum. Hikayemi keyifle anlatmamı engellerdi muhtemelen bir polis olsaydı. Olmaması iyi oldu.
Can hem resmi hem de Katya’yı kurtarmak istiyor. Aslında kadını kurtarma isteği bir ‘tık’ ağır basıyor gibi. Ancak Feyaz’ın sözü güzel bir mesaj aslında: “Bu insanlara bir şey vermeden kurtulamazsın.”
Evet Feyaz bir çeşit alacakaranlık bilgesi. Görmüş geçirmiş, bu nedenle sokağın dilini, alışverişin nasıl işlediğini gayet iyi biliyor. Can’ın asıl hedefi Katya elbette. Resim, Katya’yı geri alabilmenin anahtarına dönüştüğü için ve sadece o kadar önemli Can için. Zaten resmi değil Katya’yı kaybettiği anda Can ‘canlanıyor.’
Rakun’da ana karakter Can aslında ama hikaye de diğer karakterler de pek geri planda kalmıyor. Bu yazma sürecini nasıl etkiliyor?
Can’ın şuradan şuraya hareketini anlatıyor Rakun kısaca. Hemen her hikâyede olduğu gibi. Kurgusuna çalışırken parçaları birbirine girmiş bir yapboz hayal ettim. Hikayede de geçtiği gibi bir Picasso tablosu ya da. Her şey orada ve bir araya geldiklerinde alışık olduğumuz, hemencecik kavrayacağımız bir portreden söz ediyorum –heyhat bir araya geliyorlar ama uzuvlar alışık olduğumuz yerlerde değiller. Yukarıda normalleşme dediğimiz şeye karşı koymak da diyebiliriz buna. Ne olduğunu anlıyoruz ama bu parçaların o kadar kolay bir şekilde yan yana gelmesini istemedim ben. Çok karakter, çok hikaye ve kurgunun çizgisel olmaması teknik açıdan daha yüksek bir dikkat istiyor yazarken ama zevkli de.
Hem yazar olmanız, hem de yayıncılığın içinde olmanız… Edebiyatla nasıl bu kadar içli dışlı oldunuz?
İlk romanım Kavis Yayınlarından çıkmıştı, Cinayet Mevsimi. Galiba Müruruzaman Cinayetleri’nin ilk baskısı da oradan olmuştu. Kavis Yayınlarından ilk kitabını yayınlayan dört arkadaş, yayınevi kapanma emareleri gösterince ne yapalım diye konuşmuştuk. Alakarga yayınları o günlerde filizlendi. Öncesinde okur olarak gerçek bir edebiyat neferiydim. Elimde eskiyene dek dolaştırırdım felsefe, tarih kitaplarıyla çile doldururdum, yeni bir romana başladığımdaysa dirilirdim adeta. Ne anlama geldiğini bilmediğim bir özgüvenle yürürdüm sokaklarda. Edebiyat bana yürümeyi öğretti desem yanlış olmaz.
Peki kitabın adı neden Rakun? Ya da neden Can Rakun?
Kitabın adı Rakun. Bunun bir sebebi yok. Ya da var, Rakun’un romanı bu. Karakterin yeni hikâyelerini de yazacağım. İlk romanın adının karakterin adı olması mantıklı geldi bana herhalde bilmiyorum.
Rakun’a dair tepkiler nasıl oldu? Özellikle diğer romanlarınızı okuyanlar yeni hikayeyi nasıl buldu?
Polisiyeden uzaklaştığımı, yeraltına meylettiğimi söyleyenler oldu. Yeraltıyla bir ilgisi yok bana kalırsa Rakun’un. Diğer taraftan saf bir polisiye olduğunu da iddia edemem. Okurlar ve romanı okuyan bazı dostlar mizahi dilinden ve kurgudan zevkle söz ediyor. Hızlı, soluk soluğa bir roman diyenler çoğunlukta, ancak bunu rahatsız edici bulanlar da var. Ne diyebilirim, roman ortada ve her türden eleştiriye açık.
Henüz çok yeni ancak yeni bir çalışmanız var mı?
Evet iki dosya üzerinde çalışıyorum. Biri yeni bir Rakun hikayesi. Diğeri ve daha hızlı ilerlediğimse ilk romanımın sakin hafiyesi Mehmet Cemil’in yeni bir macerası.
Yazmak size nasıl hissettiriyor? O süreçte sıradan günlerdeki gibi mi hareket ediyorsunuz yoksa farklı bir ruh haline mi bürünüyorsunuz?
Yazmayı seviyorum. Doğrusu bunun bana nasıl hissettirdiğini düşünmemiştim daha önce. Yazmak kalemle, kağıtla yahut klavyeyle bütünleşmeniz demek. Yani büyük bir ciddiyet istiyor. Büyük bir dikkat. Masa başına kendimde bu ciddiyeti hissetmeden oturmamaya çalışıyorum. Yazarken sabırsızlık gösterdiğim oluyor. Bazen bir müzik çalıyor kafamda, bu muhakkak bir orkestra oluyor, ya bir marş duyuyorum o zaman ya da çoklukla John Williams’ın film müziklerini. İşte o zaman ne yazdıysam dönüp yeniden yazıyorum, hızlı bir metin yazmakta sorun görmüyorum, metni aceleye getirmekte sorun görüyorum zira. Hikaye sabır istiyor, gerçekte de ne yazarın acelesi var ne de okurun.
Türk polisiyesine nasıl bakıyorsunuz? Kısa bir değerlendirme yapmanızı istesek…
Polisiyemiz dünya polisiyesiyle yaşıt. İlk günden beri üretiliyor. Sanayileşme, kent hayatının başat hale gelmesi, nüfusun yığınlar halinde işçileşmesi vs polisiye edebiyatına adeta bir patlama yaşattı zamanında. Dedektif çoğu kez devletin, iktidarın kolluk gücünü değil, aklı temsil ediyordu bu dönemde. Bugün de bu pozisyonunun esas olduğunu düşünüyorum. Bizde işin bu yönü çok fazla irdelenmedi ve prosedür hikayeleri daha çok yazıldı sanki.
Dediğim gibi Poe’nun Morg Sokağı Cinayetinden beri bizde de yazılıyor polisiye ama verilen ürün sayısı batının çok gerisinde. Daha çok yazılacak elbette, okur talep ediyor ve seviyor. İyi yazarlarımız var, türe heves eden çok sayıda genç kalem var. Ben umutluyum.
Son olarak okurlarınıza söylemek istediğiniz bir şey var mı?
En zor soru! Ben de bir okurum, öncelikle ve iyi ki. Kendimi de dahil ederek söyleyeyim o zaman tüm okurlara: okumak bir zevk olduğu kadar sorumluluk almaktır da. Değilse sayıyı çoğaltmaktan başka bir anlam ifade etmez. Sorumluluk alacağız, kitapların bizde esinlediği ütopya hayalini canlı tutacağız. Yarın’ı düşleyeceğiz. İyi okumalar.