Röportaj: Hakan Özbek
Twitter: @gormoti
Sencer Piyancı, Kilostrofobi kitabıyle okurların karşısına çıktı. Kitabın kapağında da yazdığı gibi “Bu bir diyet kitabı değildir.” Piyancı insanlara kendinizi sevin, saygı duyun diyor ve insanların tek tipleştirilmesine itiraz ediyor. Nasıl göründüğünüzün değil, neyi nasıl yaptığınızın önemli olduğuna vurgu yapıyor. Kilostrofobi’nin yazarı Sencer Piyancı ile yeni kitabı hakkında konuştuk…
Kilostrofobi bir diyet kitabı değildi ve gerçekten de değerli, anlamlı tavsiyeleriniz var. Özellikle sayfalar ilerledikçe sizin anlatmak istedikleriniz daha bir anlam kazanıyor. Peki bize kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?
1977 yılında İzmir’de doğdum.Anadolu Üniversitesi Sinema-TV bölümünü bitirdim. Yeditepe Üniversitesi’nde E-Business MBA yaptım. 20 yıldır bilişim telekomünikasyon ve pazarlama alanında çalışıyorum. SaintJer adıyla DJ’lik yapıyorum. Murat Renay ismiyle iki kitap yayınladım. Dijital dergilerin ve çeşitli alanda bloglar yayınladım. 1.90 cm’e 129 kiloyum ve kendimi bildim bileli kiloyla ilgili soruların/sorunların muhattabı oluyorum. Bu yüzden de Kilostrofobi’yi yazma ihtiyacı hissettim. Yani içimden koptu geldi.
Kitabınızda insan bedeni başta olmak üzere tek tipleşmeye bir isyan var diyebilir miyiz?
Evet elbette diyebiliriz çünkü herkes aynı kalıplara girmemizi istiyor. Geçen gün, Instagram hesabımdaki, hiç de beden konusundan falan bahsetmediğim, otururken çekilmiş bir fotoğrafımın altına “sağlıklı beslenmeyi deneyebilirsin” diyerek bir diyet ürünü tavsiyesi verdi birisi. Üstüne vazife değil aslında ama onu görev edinmiş, illa onun kadar fit olmamı istiyor. İşte tam da bu kafalara karşı çıkıyorum. Ben neden illa belli bir kalıba girmek zorundayım ki? Kendi vücudumla mutlu olmaya hakkım yok mu?
Artık insanlar iki hayat yaşıyor. Biri sıradan hayatlarımız diğeri ise sosyal mecralarda “yaşananlar.” Peki bu durum insan davranışlarını nasıl etkiliyor? Buradaki dil bizi ayrıştırıyor mu?
Kesinlikle ayrıştırıyor. Sosyal medya hayatımızın bir gerçeği. Bu saatten sonra hepimiz telefonlarımızı çöpe atalım ve tuşlu telefonlara geri dönelim demek gibi bir şansımız yok. Elbette sosyal medya dozunda kullanıldığında mutluluk verebiliyor ancak genelde benim de gördüğüm, insanların kendilerine ait olmayan personalarını sosyal medyada empoze etmeye çalışmaları. Oldukça asık suratlı bir insan sosyal medyada sürekli gülümseyen bir tip olarak kendini sunabiliyor. Bunu yiyen de oluyor elbette, gerçek hali bilinmediği için. Aynı şekilde bedenimizi insanların algılarıyla oynayıp, çeşitli uygulamalarla düzelterek(!) yine karşımızdakini yanıltmaya çalışıyoruz. Düzelttiğimiz sadece fotoğrafımız değil oysa ki, kendimizi düzeltiyoruz (!) Bu da kendimizden memnun olmadığımız anlamına geliyor.
Sizce insanlar neden başkalarının dış görünüşleri konusunda bu kadar takıntılı?
Çünkü kendi dış görünüşleri hakkında çok takıntılılar. Aslında beğenmediği insanda kendini görüyor. Göbeği pörtlemiş diyor, bacakları kalın diyor, göz altları torba torba diyor ve bütün bunları söylerken kendisinin en çok nasıl görünmesinden korkuyorsa en çok oradan saldırıyor. Mesela, “Çok yaşlanmış” dediği insana değil lafı aslında, kendisine. Yaşlanmaktan korkuyor. Fotoğraflarda yaşlı çıkmaktan korkuyor.
Öte yandan; dış görünüşe bu kadar kafayı takmak büyük oranda özgüven eksikliğinden. Yani dış görünüşünü ondan alın, “vücudunu bir kenara bırak ve bir fikir üret” deyin, “bir şeyler yaz, kendini ifade et” deyin, tıkanır kalır. Kendi kişiliğinin ve donanımının zayıf olduğunu bildiğinden sürekli dış görünüşünü geliştirmeye çalışıyor. Yeteri kadar görgüsü, bilgisi, donanımı olan insan zaten dış görünüşüne bu kadar kafayı takmaz. Fikirlerinizle tartılırsınız, kilonuzla değil.
Tornadan çıkmış gibi “üçgen vücutlu” erkekler, “sıfır beden” kadınlar görmek bizler gibi “sıradan” insanları nasıl etkiliyor sizce?
Eğer fazlaca takıntı yaparsak elbette bizleri bunalıma sürüklüyor. İlla mükemmel vücutlu olma zorunluluğu, birçok üretken insanı yapacağı işlerden alıkoyuyor. Bu yüzden çoğu zaman tıkanıyoruz, hem de hiç farkında olmadan. Buna ek olarak, kendimizi her gün daha fazla sevmemiz gerekirken, sürekli kendimizde bir eksik ya da fazla olduğunu düşünüyoruz. Kendimizden memnun olmadıkça hem mutlu olamıyoruz hem de başarılı olamıyoruz hiçbir işte.
Çağlar boyunca insandaki güzellik algısı sürekli değişiyor. Bir dönem şişman figürler güzellik ve bereketle eşdeğer görülürken, daha sonra “balık etli” diye tabir edilen vücut tipine bakış daha olumlu oluyor. Bunu arkeolojik buluntularda da görmek mümkün. Peki size göre güzellik anlayışı neden bu kadar değişken?
Çağlar boyunca insanların sosyo ekonomik durumları, sanayi ve üretim de değişiyor çünkü. Çağımız tam anlamıyla bir “tüketim çağı” ve ancak kendimizden mutsuz olursak daha çok tüketebiliriz. Güzellik anlayışı da buna göre şekilleniyor. Fotoşoplanmış, kusursuz bedenlere ulaşmak için kah diyet ürünleri tüketiyoruz, kah pahalı kıyafetler alıyoruz. Şu andaki güzellik anlayışı da “imkansıza” endekslenmiş durumda. İsteniyor ki kimse kendi bedeniyle mutlu olmasın. Bizim çağımızdaki güzellik anlayışı mutsuzluğa endeksli. Kusursuz bedenlere sahip insanlara mutlu olup olmadıklarını sorduğunuzda, eğer dürüstçe cevap verirlerse, ya aç oldukları için ya da sürekli ne yiyeceklerini veya yağlanıp yağlanmadıklarını düşündükleri için aslında o kadar mutlu olmadıklarını görebilirsiniz.
Kitabınızda da bahsettiğiniz gibi çocuklar oldukça acımasız oluyor. Bu kötü niyetle olmasa da empatinin gelişmemiş olmasından kaynaklanıyor. Çocukluk döneminde yaşananlar insanın hayatında derin izler bırakabiliyor. Burada sanırım tedbiri ailenin alması gerekiyor. Sizce aile bu noktada nasıl bir yol izlemeli?
Aileler çocuklarına bedenlerinden bağımsız olarak ne kadar değerli ve özel olduklarını hissettirmeli. Kilolu bir çocuğun spora ilgisi olmaması olasıdır, çünkü muhtemelen arkadaşları onunla alay etmiş ve onun sportif faaliyetlerde başarısız olabileceğini ima etmişlerdir. Bırakın o çocuk istediği ilgi alanına yönlensin. Çocukları istemedikleri halde kilo vermeye zorlamayın. Elbette o çocuğun dengeli beslenmesi konusundaki sorumluluk ailelerde ancak onun dışında eğer çocuğunuz kilolarını dert ediyorsa bu travma döngüsünü kırmak lazım. Bu da ancak ve ancak o çocuğa özgüven aşılayarak olur.
Her şeyin temelinde insanın kendini sevmesi, saygı duyması var sanırım. Yani kendimizi olduğumuz gibi kabul etmeliyiz.
Evet eğer etmezsek bu durum çok daha büyük sıkıntılara yol açabiliyor, hem de biz hiç farkında olmadan. Kendini sevmeyen insan yaptığı hiçbir işte başarılı olamaz, kimseyi gerçekten sevemez bence. Elbette hiçbirimiz kusursuz değiliz, belki tekrar tekrar yaptığımız hatalarımız, sorunlar yaratan zaaflarımız var. Bunları da en iyi biz biliyoruz. Ancak akıl sağlımızı korumak için kendimizden razı olmamız lazım. Beğenmediğimiz yönlerimizi değiştirmeye uğraşabiliriz. Hatta kilo vermek de isteyebiliriz. Eğer kilo verince kendimizi daha çok seveceğimizi düşünüyorsak neden olmasın? Ancak o yola çıkarken de kendimizi olabildiğince sevmemiz gerekiyor. Yoksa zaten baştan yenilmiş sayılırız.
Kitabınızda medyanın şişmanlara yönelik kötücül bir dil kullandığını söylüyorsunuz. Bu özellikle magazin haberlerinde daha belirgin. Peki buna nasıl bir çözüm getirilebilir?
Beden olumlama hareketinin sesini daha yükseltmesi, benim gibi bu konuda yazan çizen insanların artması gerekiyor. Elbette buradaki en önemli görev bu konudan rahatsız olan insanların öne çıkması. Yani ben eğer bu kötücül dilden rahatsızsam, kendimi fotoşoplamadan, saklanmadan öne çıkacağım, hayata karışacağım, paylaşım yapacağım. Şişman olmanın, kilolu olmanın ayıp bir şey olmadığını “görünür” olarak göstereceğim. Bunu herkesin yapması gerekiyor. Bu bilinç ne kadar çok gelişirse, hem medyadaki insanların hem de diğer insanların bizi dışlamak gibi bir düşüncesi olmaz. Sihirli bir değneğin bu tavrı değiştireceğini düşünmüyorum, bu tavrı adım adım değiştirecek olan bizleriz, yani bu konudan rahatsız olan herkes.
Son olarak okurlarınıza söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?
Kitabı okudular ise zaten kendilerini daha çok sevmek ve insanlara uygulanan kilo baskısına karşı çıkmak için fikirlerini biraz değiştirdiğimi düşünüyorum. Ancak sadece okumak değil harekete geçmek önemli. Okuyan kişilerin kitaptaki egzersizleri uygulamasını ve kitaptaki felsefeyi kendi yaşamlarında hayata geçirmesini bekliyorum. Okuyup bir kenara koyup sonra unutacakları bir kitap olmasını istemem, eğer insanları harekete geçirebiliyorsam bu benim için çok değerli.