1. Samarra’da Randevu (John O’Hara / Kafka Kitap)
“Neden bahsettiğini çok iyi bilen bir adamın elinden, fevkalade bir üslupla çıkmış bir kitap arıyorsanız, Samarra’da Randevu’yu okuyun.” —Ernest Hemingway
1930 yılının Noel’inde Gibbsville’in kaymak tabakası dans partilerinin heyecanıyla çalkalanmaktadır. Bu sosyetik etkinliklerin merkezinde ise Julian ve Caroline English çifti vardır. Ancak bir kadehin dibinde peyda olan tek bir pervasızlık, Julian’ın bu seçkin toplulukla tüm nezaket bağlarını koparır ve yok oluşa doğru frenlenemeyen düşüşünü başlatır.
Gibbsville cemiyet hayatının vazgeçilmezlerinden olan Julian, hayatın cömert yüzünden başka bir şey görmemiştir. Üç güne sığan çöküşü ise aslında müsrifliğin, aşırı alkol tüketiminin ve birkaç patavatsızlığın sonucudur; acı sonunu çarpıcı kılan da bu olaylar silsilesinin böyle önemsiz ve engellenebilir olmasıdır.
“Bir de insanlar vardı. Korkunç insanlar; onları korkunç kılacak bir şey yapmamışlardı, oluşları korkunçtu sadece.”
O’Hara keskin toplumsal zekâsı ve gerçekçiliğinin tartışmasız göstergesi olan bu modern klasikte akıcı ve tamamen dünyevi bir kara mizah anlatısı yakalıyor; şiirselliğe kapılmadan, üstelik Hemingway ya da Fitzgerald’da pek rastlanmayan bir açıklıkla anlattığı badirelerin herhangi birimizin başına gelmeyeceği konusunda da bize telkinde bulunmaktan âdeta kaçınıyor.
2. Sade’ın Karısı (Mireille Calmel / Alakarga Kitap)
Her şeye cesareti olan ben, yanınıza gelmeye cüret edemedim. Cesaretim yoktu. Hayır, gülmeyin buna. Korku, arzuya ve aşktan daha fazlasına aittir. Korktum madam. Olduğum kişiyi açık edip sizi kaybetmekten korktum.
Mireille Calmel, Sade’ın yaşadığı döneme, o dönemin kişilerine ve özellikle söylemine sadık kalarak, yani “büyük oranda gerçeklere sadık kalarak” kaleme aldığı bu güzel anlatıyla masumiyetin kaybedilişine, kutsal evlilik ahlakının sorgulanmasına girişiyor. Sade’ın Karısı, başından geçen ve onun kocasına, ailesine, krallık çevrelerine bakışını tümden değiştiren müthiş bir aşk oyununu anlatıyor bize. Son derece ahlaksız ve çekici bir kitap.
3. Şeytanca-Artık Orada Olmayan Kadın (Boileau-Narcejac / Alakarga Kitap)
Ay ışığında çatılarda falan koşmuyordum, o kadar da değil. Sadece uyurken konuşur, jestler yapardım… Bazen kalkardım ve koridorda ya da başka bir odada uyanırdım. Nerede olduğumu bilmezdim.
Efsanevi Boileau-Narcejac ikilisinin unutulmaz polisiyelerini yayınlamayı sürdürüyoruz. Romanın ana kahramanı Ravinel, çevresinden ve dünyanın gerçekliğinden kopmuştur, sevgilisiyle birlikte sahil kasabalarına kaçmanın hayali içindedir. Ama romanın daha ilk satırlarında kente öyle bir sis çöker ki, dünya onun için tanınmaz hale gelir. Bir solukta okuyacağınız, gerçek bir edebi-polisiye.
4. Sonbahar (Karl Ove Knausgaard / Monokl Kitap)
“Yıllarca yaşamış biri için kapı bellidir. Ev belli, bahçe belli, gökyüzü ve deniz bellidir, geceleyin gökyüzünde asılı duran ve çatıların üzerinde parlayan ay bile bellidir. Dünya varlığını dile getirir, fakat kulak asmayız, artık onunla bir olmadığımız, onu kendi parçamız gibi görmediğimizden sanki kayıp gider ellerimizden. Kapıyı açarız, fakat bu artık anlamsızdır, önemsizdir, bir odadan öbürüne girmek için yaptığımız bir şey olmanın ötesine geçmez.
Dünyamızı şimdi olduğu gibi göstermek istiyorum sana: Kapı, yerler, musluk ve lavabo, mutfak penceresi duvarına yakın duran bahçe sandalyesi, güneş, su, ağaçlar. Sen geldiğinde kendi gözlerinle göreceksin, kendi deneyimlerin olacak, kendi yaşamını süreceksin, dolayısıyla hiç kuşkusuz öncelikle kendim için yapıyorum bunu: Sana dünyayı göstermek ufaklık, hayatımı yaşamaya değer kılıyor.”
“Zengin ve lezzetti. Çoğu iki sayfayı geçmeyen bu minik denemeler görsel bir doğrudanlıkla şeylerdeki enfeslikleri yakalıyor… Sonbahar, şaşırtıcı ve ilham verici bir kitap.” —Melissa Katsoulis, The Times
“Knausgaard parlak bir edayla, bir baba adayı olarak, her bir parçada bize dünyanın sanki yepyeni olduğunu düşündürtüyor… Hepsi de nadide bir güzellikle yazıya dökülmüş parçalar.” —William Leith, Evening Standard
“Kavgam serisi kitaplarındaki büyük operaya Sonbahar ile şimdi de lirik bir kabare ekleniyor. Tabu haline gelmiş hatıralar ve yasaklanmış hissiyatlar babacıl bir bilgeliğin küçük parçalı ve gelişkin külliyatına nüfuz ediyor… Sonbahar ‘dünyanın olduğu hale’ parıltılı bir bağlanmayla ışıldıyor. Günışığından saç bitine uzanan bu yolculukta, var olmanın başdöndürücü yoğunluğu kutlanıyor.” —The Economist
“Mevsimler dörtlüsünün ilk kitabı Sonbahar Knausgaard’ın dünyayı taze ve şaşırtıcı yönlerde sergileme konusundaki derin yeteneğini usulca ortaya çıkarıyor.” —Stuart Evers, The Observer
“Sonbahar harikalarla dolup taşıyor… Sallanan diş, sakız, hepsi de Knausgaard’ın sabırlı ve arzulu bakışında asil, neredeyse kutsal bir görünüm alıyorlar. Dünya baştan aşağı yeniden resmediliyor.” —Parul Sehgal, New York Times-
“Sonbahar’da Knausgaard mikroskobik bir odaklanmayla, hem olağanüstü hem de saçma olan gündelik şeylerin dokuları hakkında yazıyor. Doğanın gizemine ve dengesine anlık ve pek keyifli bakışlar.” —Henry Hitchings, Financial Times
“Onun efsane haline gelen Kavgam külliyatından sonra, Mevsimler de Masumiyetin Şarkıları’na dönüşüyor. Okuyucunun zihni yazarın yolunu gündelik şeylerin yavanlığından şeylerin göksel başkalığına doğru nasıl bulduğu karşısında allak bullak oluyor. Knausgaard dünyayı bir kum tanesinde, cenneti de bir yabani çiçekte buluveriyor.” —Frances Wilson, Times Literary Supplement
“Sonbahar’ın alçakgönüllü tutkularından birisi dünyayı şimdi olduğu haliyle bize göstermek: kapı, yer, çeşme … bu, yazarın kendisi ve kızı için ve de okuru için, üstlendiği, dünyanın şeylerini kurtarmaya yönelik fenomenolojik bir kurtarma görevi. Görev gün be gün, parıldaya parıldaya ilerliyor.” —Garth Risk Hallberg, The New York Times Book Review
“Dünyanın hakkında en çok konuşulan anı yazarı. Anılarımızdaki meçhulleri ve geri alınamazları ortaya çıkarırken bütünüyle baştan çıkarıcı.” —Andrew Neather
“Soluk soluğa…. Kimse gündelik hayatı Knausgaard kadar muhteşem anlatamamıştı.” —The Times
“[Knausgaard] sıradan şeylerin simyacısı… Bu yazar gerçek zamanlı devasa bir yapı inşa ediyor. Çağımızda çok az sanat projesi ilgilenilmeyi bundan daha fazla hak ediyor.” —Dwight Garner, The New York Times
5. Manken (Ch’oe Yun / Çınar Yayınları)
Jini, küçük yaşta reklamlarda oynamaya başlayıp ailesinin geçimine katkıda bulunuyor. Erkek kardeşi, kız kardeşi, annesi ve menajeri onun güzelliğini sömüren bir çarkın parçalarına dönüşüyor. Zamanla bu maddi dünyanın değerlerine yabancılaşan Jini, evini, işini, ailesini terk edip manevi bir yolculuğa çıkıyor.
Jini’nin öyküsü onun hiç tanımadığı gizemli bir kahramanınkiyle kesişiyor. Arzularının peşinden giden bir erkeğin ve dünyanın arzularından uzaklaşmaya çalışan bir kızın yolları birleşiyor. Jini evini neden terk ediyor? Neden kimseyle konuşmuyor? Onun sırları su yüzüne çıktıkça, hakikatin karanlığı da etrafındakileri sarmaya başlıyor.
Manken, Güney Kore’nin saygın edebiyat ödüllerine sahip Ch’oe Yun’dan, yas, güzellik, beden, aile gibi evrensel kavramların tartışıldığı derin bir roman.
6. Günah Keçisi (Rene Girard / Alfa Yayıncılık)
Çağımızın en önemli eleştirmenlerinden René Girard, Günah Keçisi’nde zulüm metinlerini ve zulmü uygulayanların bakış açısından şiddet olayını anlatan tarihsel belgeleri inceliyor. Bu zulüm metinlerini mitlerle, örneğin Oedipus mitiyle karşılaştırarak çarpıcı benzerlikler buluyor. Ortaçağdaki cadı avı ve İsa’nın çilesini, mitolojide ve kutsal kitaplarda bulunan aynı kolektif şiddetin göstergesi diye açıklıyor.
Mitler aslında tarih boyunca yapılan zulümleri gizleyebilir mi? Ve bu zulmün uygulanacağı günah keçisi her zaman masum mudur? Girard tarihsel metinlere, insana ve şiddete olan bakış açımızı sorgulatacak.
“Mitlerin ardındaki kültürel tarihe ulaşma ve gizli doğrulamaları sessizce okuma yöntemleri Girard’ın hazinesinin en değerli parçalarındandır.” —John Yoder, Religion and Literature
7. Pansiyon Huzur (İrfan Yalçın / h2o Kitap)
“İçimden “N’olmuş bu gözlerine senin?” demek geliyordu. Tuhaf bir duyguya kapılmıştım.
Sanki kalabalık bir yerde gözlerini düşürmüştü de, binlerce insan basa basa onların üstünden geçmişti. Sonra da o, bu ezilmiş, parçalanmış, pörsümüş iki gözü yerden alıp göz çukurlarına doldurmuştu bastıra bastıra. Belki de bin yıl, on bin yıl yaşamış bir insanın gözleri olabilirdi böyle.”
Beyoğlu’nda kitapçı dükkanı olan bir adam, aynı semtin arka sokaklarında bulunan Pansiyon Huzur’a taşınır. Sahibesi İnci, kiraladığı apartman dairesini geçimlik pansiyona çevirmiştir.
Açtır İnci ama aynı zamanda açgözlüdür. Son derece huysuzdur ama kolaylıkla yola gelir. Acımasızdır ama kuru ekmeğini bölüşecek kadar yufka yüreklidir. Ağzı bozuktur ama Fransızca döktürür. Kibardır ama asaleti omuzlarından bir şal gibi fırlatıverir. Nasılsa öyle bir kadındır, yapmacıksız ama “Beyoğlu sinemalarında oynayanlardan daha ‘film’ bir kadındır.”
Pansiyon Huzur müşterileri, komşuları, sokağından geçenleri ve hayranlarıyla dolu; merkezinde İnci’nin bulunduğu küçücük bir evrendir içinde bulunduğu toplumun biçimlendirdiği ve o toplumu yansıtan…
Pansiyonda her zaman bilindik yeni bir şeyler olur, aynı olaylar sürekli gelişir; sıradan insanlar sıra dışı karakterlere dönüşür, bilinenler sırlara, taş duvarlı yapı sırça bir saraya. Artık sokakta durup seyreylediğimiz bir vitrindir Pansiyon Huzur, İrfan Yalçın’ın kaleminden bir mucize…
İrfan Yalçın ilk kitabı Pansiyon Huzur ile 1974 yılında Milliyet Yayınları Roman Yarışması’nda, 312 değişik konulu yapıt arasından, ikincilik ödülünü kazanmıştır.
8. Radde (Barış Çağrı Genç / Yitik Ülke Yayınları)
“Kitaptaki öyküler, yalnız sergilediği ayrıntıların, getirdiği çağrışımların, önümüze çıkardığı yaşam kesitleri ve insan ilişkilerinin yolculuğu olarak değil, aynı zamanda öykü dünyamızın gelenek zincirine eklenen halkanın ve bu zincire bundan sonra eklenecek yeni halkaların yolculuğu olarak da okunmalı.” —Kemal Özer
“Dosyanın ilk öyküsünün ilk cümlesini okuduğumda nasıl bir yolculuğa çıktığımı da anlamıştım. Genç öykücülerin önündeki engellerin en büyüğü birikime dayanmadan yola çıkmaları ve çok aceleci olmaları. Çağrı’nın onlardan biri olmaması rahatlattı beni. Cümle yapısı, sözcük seçimi, ayrıntılarının işlevsel olması, diyaloglardaki doğallık kendi sesine çok yakın olduğunun göstergeleriydi. Birikimli olduğu, öykü üzerine yoğunlaştığı, yazdıklarını dinlendirip farklı süzgeçlerden geçirdiği hemen belli oluyordu. En önemlisi de ilginçlik peşinde koşmayıp kendi öyküsünü aramasıydı. Yazdıklarını doğal ve içten yapan da buydu.” —Cemil Kavukçu
Eğilip yerden taş topluyor. Bir, iki, üç… Dördüncüsü kayıp düşüyor elinden. Önemi yok; kalanlar avucunu dolduruyor zaten. Parmaklarının arasındaki taşları birbirine vurmaya başlıyor. Bir ses var artık; kendinin, eşeğin, cırcır böceklerinin dışında bir ses. Yeniden yürüyebilir şimdi; birbirine vuran taşların sesi ağır ağır ilerliyor patikada…
9. Çok Çağı (Arzu Eylem / Nota Bene Yayınları)
“İki farklı dünya. Birisi kül tepelerinin ardında, susuz, denizsiz, şiirsiz, aşksız, insansız Beta. Diğeri yemyeşil, gecesiz, kışsız, şiirli, şarkılı, düşlü, renkli Alfa. İki dünyayı buluşturansa gittikçe sönen Güneş.
Beta’yı küle çeviren Elitler nükleer felaketin yaklaştığını anlayınca Alfa gezegenine göç ederek, sayıca kendilerinden çok olan Çirkinleri, Beta’da kaderlerine terk ederler. Yüzyıllar sonra Güneş’in sönmeye yüz tutması iki halkı yeniden buluşturur. Çirkinler Kusursuzlara, Elitler Mutlara dönüşmüştür. Kusursuzlar yapay zekâlarla yaşarken, Mutlar doğayla buluşur ve ilkel komünal yaşama geçer. Evrenin geleceği iki dünyanın sil baştan yazacağı hikâyeye bağlıdır.
Çok Çağı, aşkı yeniden icat etmek için yollara düşen Tamur’un ve atalarının geride bıraktığı çaresizlikle yüzyıllar sonra yüzleşen Mutların hikâyesi.
Çok Çağı, içinde Gılgamış’ı, Nuh Tufanı’nı ve pek çok mitolojik öyküyü saklayan; dünü, bugünü, geleceği saran bir dram. Hem ütopya, hem de distopya. Doğayı, aşkı, şiiri teknolojiye kurban eden insanlığa dair bir bilimkurgu.
Aslında Çok Çağı, Tamur’un evrene sığmayan kocaman yüreğini anlatan tanıdık bir aşk romanı.
10. Maria Callas-Çok Gururlu Çok Kırılgan (Alfonso Signorini / Pan Yayıncılık)
“Dünyanın gelmiş geçmiş en iyi opera sanatçısı ve aynı zamanda en güçlü kadınlarından biri…”
“Diğer sopranolardan sesi ile olduğu kadar, kolaylıkla bulunmayan dramatik yeteneği ve rol kabiliyeti ile de ayrılan, unutulmaz büyük ses…”
“Son derece teatral o güzel yüzüyle, her biri birbirinden trajik operaların kahramanlarını canlandırmak için yaratılmış gibidir…”
Maria Callas muhtemelen çoğu insan için bu nitelemelerin vücut bulmuş halidir. Ancak elinizdeki kitap size dünya çapında başarı kazanmış bu demir gibi sert karakterin çok zor ve mücadele ile geçen bir hayatın kahramanı olduğunu gösterecek.
Aşağılanmalar ve yok sayılmalarla başladığı hayattan kitlelerin hayranlığını kazanmış bir şekilde ayrılan La Divina’nın kendini yaratma mücadelesini, hayatının tek ve en büyük aşkı olan Aristotelis Onassis ile yaşadığı çalkantılı aşk uğruna kendini nasıl yok saydığını, kucağına alamadığı bebeği için çektiği ızdırapları ve Maria ile Callas arasındaki savaşı okurken La Divina olmanın sanıldığı kadar kolay olmadığını görecek; başarı, mutluluk, fedakârlık gibi kavramların ne anlama gelebileceğini bir kez daha sorgulayacaksınız…
11. Toplum İçinde Davranmak (Erving Goffman / Heretik Yayıncılık)
Toplum içinde nasıl davranılır? Oldukça sıradan olan bu soru etrafında Goffman, yüz-yüze karşılaşma ve durumlardaki etkileşim düzeninin esasını ve detaylarını ilk kez okurla paylaşıyor. Etkileşim içerisindeki bireyler, eş zamanlı olarak, birbirlerinin hem yargıcı hem de seyircisi olarak karşımıza çıkıyor. Burada düzen, öncelikle göz ve beden erişimi üzerinden, bireylerin birbirlerine yönelttikleri karşılıklı bakış, ilgi ve gözetim olarak kendini ifade ediyor. Düzenin “normalleri” kadar “delileri”, “damgalıları” veyahut da “madunları” da Goffman’ın merceğine takılıyor. “Yerini bilememe” hali olarak “delilik” ve erişime kapalılık olarak “engellilik” etkileşim düzeninin disipline etmeye çalıştığı kategorileri oluşturuyorlar. Madunların payına ise bir nevi “görünmezlik” ve “yok sayılma” düşüyor. “Uygar kayıtsızlık”, yüz-yüze karşılaşma anlarında etkileşimsel ilgiyi bir anda keserek karşıdakinin bizatihi mevcudiyetini ortadan kaldırıyor. Belki de tam da bu noktada Goffman sosyolojisi, iktidar ilişkilerinin bir mikro-sosyolojisi için tüm potansiyelini ortaya koyuyor; durumlara sızmış tahakküm bu sefer etkileşim düzeninin uzlaşılarının yerini alıyor, daha doğrusu, bu uzlaşılar üzerinden yeniden üretiliyor. Böylece, etkileşimlerin “silik” yüzleri her şeyden önce tahakküm altındaki yüzler olarak çıkıyor karşımıza: Deliler, Engelliler, Kadınlar, Siyahlar…
12. İnsan Olmak Üzerine (Erich Fromm / Say Yayınları)
İnsanın karakteri, kendi elleriyle kurduğu dünyanın gerektirdiği şeylerce yoğrulmuştur. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda orta sınıfın karakteri, güçlü sömürücü ve istifçi özellikler gösteriyordu. Bu “aktif” karakteri, başkalarını sömürme ve daha da çok kâr etmek için kazançlarını biriktirme arzusu belirliyordu. Yirminci yüzyılda, insanın karakter yönelimi, oldukça büyük edilgenlik ve piyasa değerleriyle özdeşleşme gösterir. Çağdaş insan, boş zamanının çoğunda kesinlikle edilgendir. Bengi tüketicidir; içkileri, yiyecekleri, sigaraları, konferansları, manzaraları, kitapları, filmleri “soğurur”; tümünü tüketir, yutar. Tüm dünya, onun ağzına layık büyük bir nesnedir: Büyük bir şişe, büyük bir elma, büyük bir memedir. İnsan, emici olup çıkmıştır, ebediyen beklenti içinde ve ebediyen düş kırıklığı yaşayan…
13. Hamba Kahle: Güney Afrika Güncesi (Kerem Bereketoğlu / Sub Press)
Bu kitap, Kerem Bereketoğlu’nun 23 Temmuz 2017- 20 Ağustos 2017 tarihleri arasında, Güney Afrika Cumhuriyeti, Kwazulu-Natal bölgesinde bulunan God’s Golden Acre adlı yetimhanede kalan okul çağındaki çocuklara derslerinde yardımcı olmak ve Kwazulu-Natal bölgesinde yaşayan yerli halka yardım dağıtmak üzere gittiği kısa süreli yolculuğu sırasında tuttuğu günlüklerden oluşmaktadır. Yetimhanede geçirdiği zaman dışında gezi notları, kişisel anlatılar, gözlemler, bölgenin tarihi ve geleneklerine yer vermiştir. Hatıra için tuttuğu bu günlüğü, geliriyle yetim çocuklara daha fazla destek olabilmek ve o bölgedeki insanların yaşantılarına ışık tutmak için yayımlama kararı almıştır.
14. Kitap Dediğin Nasıl Okunmalı? (Kolektif / Sub Press)
Londra Kütüphanesi dünyanın en büyük bağımsız kütüphanesidir. Thomas Carlyle tarafından 1841 yılında kurulan yapı hızla; okuyucular, yazarlar ve ilgili herkes için bir cennet haline geldi. Son iki yüzyılın en meşhur figürlerinden bazıları orada yazdı, okudu, düşündü ve yürüdü; George Eliot, Charles Dickens, E.M. Forster, Virginia Woolf ve daha pek çok adı günümüze kalan üyesi vardı. Zamanla bu ünlü üyelerin bazıları, kendiliğinden oluşan bir ağ dahilinde; kitap okuma, yazma ve yaşama sevinçleri ve dahi zorlukları hakkındaki görüşlerini paylaştılar.
Gerçek anlamda bir hazine sandığını rafınızda saklamak istemeyebilirsiniz.
Biz onu yastığımızın altından ayırmamaya karar verdik.