1. Halepsizler (Serdar Korucu / Aras Yayıncılık)
Halepsizler, yirminci yüzyılın başında felaketlerden sağ kurtulup Halep’te adeta küllerinden doğan bir halkın hikâyesini, tam yüz yıl sonra küle dönen ve yeniden doğmaya çalışan kadim bir şehrin hikâyesiyle bir araya getiriyor. Kitap, Serdar Korucu’nun Suriye İç Savaşı’ndan kaçarak başta Ermenistan ve Türkiye olmak üzere dünyanın çeşitli bölgelerine göç eden yirmi iki Halepli Ermeni’yle yaptığı söyleşilerden oluşuyor. Bu söyleşiler, Halep’in savaştan önceki gündelik hayatına ayna tutmanın yanı sıra, Ermenilerin gözünden ülkeyi iç savaşa götüren toplumsal çatışmaları ve savaşın dehşetini görmemizi sağlıyor. Suriye çatışmalarla birlikte bildikleri memleket olmaktan çıksa ve bambaşka bir hale bürünse de memleketlerini terk etmeye uzun süre direnen Halepliler, bu kararı alana dek savaşın içinde nasıl hayatta kaldıklarını anlatıyor ve savaşla yaşamanın ne demek olduğunu hissettiriyorlar okura. Korucu’nun görüştüğü Halepsiz kalmış Haleplilerin her biri, ister ailesini geride bırakarak tek başına yaptığı, ister geniş ailesiyle sürdürdüğü kaçış yolculuğunu anlattıktan sonra, ulaştıkları yerlerde onları bekleyen hayatın içyüzünü, beklentilerini ve hayal kırıklıklarını ortaya koyuyor bir yandan da. Halepsizler, yerlerinden yurtlarından edilen insanların savaşın şiddetiyle dağılan hayatlarını mercek altına alıyor.
2. Sarsıntı (Barış İnce / Can Yayınları)
Sustunuz… Uzunca bir süre sustunuz. Niye böylesiniz? Böylesiniz işte. Sevdiğini hiç bağıra çağıra söyleyememişler gibisiniz. Haksızlık görünce dili tutulmuşlar gibi… Suskun. Bedeni huzurda namaza durmuş, kafası başka yerde münafıklar gibisiniz. Verdiğiniz sözleri yutmuş, ettiğiniz yeminleri bozmuşsunuz. Duyulmasından korkmuşsunuz. Olduğunuzdan cesur davranıp zayıflığınızı saklamışsınız. Sesinizin çok çıktığı anlarda boyun eğmişsiniz sanki… Âciz. Keşke söylemeyi değil duymayı öğrenseydiniz…
Barış İnce, büyük beğeni toplayan romanı Çelişki’den sonra okurlarını her anlamda “sarsacak” bir romanla karşımızda. “İsimsiz” bir adadaki esrarengiz cinayetler, ada halkını avucuna almış, mafyalaşmış bir dinî grup, bir masa etrafında toplanıp hem kaybolan arkadaşlarının hatırasıyla hem de dostlukları ve aşklarıyla hesaplaşan üç arkadaş ve tüm gizemlere ışık tutacak sahipsiz bir günlük…
Sarsıntı, yalnızca bugüne değil Türkiye’nin tüm zamanlarına, artık katran bağlamış acı gerçeklerine dair, ustaca yazılmış bir roman.
3. Picasso’nun Çılgın Hikayesi (Laurent Flieder / Paris Yayınları)
Büyük savaş sonrası Paris’te eşi görülmemiş büyük bir curcuna, bir heyecan vardı. Ressamlar şairlere, şairler yazarlara, yazarlar genelevlere karışmıştı. Hepsi de soluğu “Cennet”te alırdı. Ah, cennet mi dediniz? Şaşırmayın orası güzel kadınların ve içkilerin olduğu, bütün Paris’in kanının hızla aktığı bir yerdi. Ve Picasso, Barselona’da yaptığı genelev kadınlarını tasvir ettiği “Avignonlu Kadınlar” tablosun dan sonra yeni bir şey yapmanın tutkusuyla doluydu. Şair dostu Apollinaire’nin cenazesi onu çok üzmüş, Mara’yı görüp tanımış, etkisinden kurtulamamıştı. Mara, Cennet’in sahibesi, cazibe dolu bir kadındı. Picasso çok etkilendiği bu kadını, bütün kızlarıyla resmetmek ve bu tabloyu bir şahesere dönüştürmek için kolları sıvadı… Her şey gizlice oluşurken bu yeni çalışma bir şekilde duyuldu ve sırlara karıştı. Picasso’nun dünyadan haberi yoktu. Herkesin peşinde olduğu tablo bulunacak ve sahibine teslim edilebilecek miydi? Dönemin André Bretonları, Louis Aragonları, Dadacıları, daha ünlü başka sanatçıları mı dersin? Hepsi de bu maceranın içinde…
“Böylece, kurulu düzene boyun eğmeyen ve temsilcilerine cesurca kafa tutan sürrealizmin müstakbel babası, gerçek bir çöplüğü andıran kodeste birkaç saat geçirmek üzere içeri alındı. Bu, bir şair için en uç deneyimdi. François Villon, Victor Hugo, Paul Verlaine, Apollinaire… Bütün büyük şairler ve sadece onlar bu zorluklara göğüs gerebilmişti. Hapishane ve beraberinde getirdiği mutlak acı ve derin dışlanmışlık duygusu olmasa belki de isimleri hiç bilinmeyecekti. Belki de insanların yüreğinin derinliklerine nüfuz edemeyecekler, sıradan birer şair bozuntusu olarak kalacaklardı. Şairleri şair yapan hapishaneydi! Sadece hapishane insanı saf isyan halesine büründürebilirdi. Sadece hapishane insana, akademisyen cüppesinden kat kat değerli ‘lanetli’ damgasını vurabilirdi.” Bizden söylemesi, bu keyifli roman elinizden hiç düşmeyecek…
4. Son (Ayşe Kulin / Everest Yayınları)
“Ben seni hiç unutmayacağım, sen beni hiç hatırlamayacaksın…”
Ayşe Kulin’in heyecan verici kaleminin, sürükleyici anlatımının doruk noktalarından biri SON!
Kulin’in daha önceki romanlarından tanıdığımız kahramanların sona eren hikâyeleri…
SON, içinde tuhaf bir sıkıntısı olanların, memleketin hallerine dertlenenlerin, birini hep son gördüğü haliyle hatırlayacağını bilenlerin, ülkeden ülkeye savrulanların, üstüne gidildiğinde gözü hiçbir şeyi görmeyenlerin, aşk yerine umutla yetinmek zorunda kalanların hikâyesi.
Denize doğru akarken birbirine karışan nehirlerin, tesadüflerin,
denk gelişlerin, kesişmelerin, hiç unutmayanların, kördüğümleri çözmeyi dileyenlerin romanı
SON!
5. Çivili Sandıklar-Öyküler ve Şiirler (Fikret Ürgüp / Everest Yayınları)
Fikret Ürgüp, edebiyatımızın en sıradışı figürlerinden biri; öykücü, şair, denemeci, ressam, psikiyatr; Sait Faik’in dostu ve doktoru, Tanpınar’ın “Doktor Fikret”i, Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Asaf Hâlet Çelebi, Mina Urgan, Cahit Irgat’ın yakın arkadaşı, Şizofreni adlı bilimsel monografinin yazarı bir hekim, yaşamı ve yapıtıyla özgün bir isim, marjinal bir sanatçı.
Fikret Ürgüp’ün bütün eserleri, nihayet, 4 cilt halinde bir araya geliyor. Van ve Kısa Lodos Hikâyeleri adlı yayımlanmış iki öykü seçkisinin yanı sıra, kitaplaşmamış öykülerini ve şiirlerini de içeren Çivili Sandıklar adlı bu ilk kitabı, yazar ve sanatçı portreleri, edebiyat ve sanat yazıları, denemeleri, Amerika yazıları, mektupları ve günlüklerinden oluşan diğer kitaplar takip edecek.
“Ayrı bir üslup sahibiydi Ürgüp, özgün, taze, çarpıcı biçimlerdeydi hikâyeleri. Sait Faik’in dostu ve doktoru olmuştu. Sait üzerine en içtenlik dolu, en aydınlık yazıların çoğu onun kaleminden çıkmıştır. O da Sait Faik gibi, dünyada rahatlıklar içinde hep bir yadırgamayı beslemiş, büyütmüş, kendi dünyasını boşluk, tedirginlik, uyumsuzluk alanında kurmuş bir sanatçıydı.” —Behçet Necatigil
“Fikret Ürgüp ‘Deliler Teknesi’nden başka bir şey olmayan dünyamızı yazdı. İnanılmaz gizli kültür birikimi ve kimselere benzemeyen kalemi hem bireyin hem toplumsal bilincin çeşitli alanlarından köklü örneklerle doludur. Bu görkemli hikâyelerin hiç eskimeyeceğini ve bir daha yazılamaz olduğunu düşünüyorum. Tıpkı Sait Faik’in, tıpkı Franz Kafka’nınkiler gibi…” —Leyla Erbil
“Fikret Ürgüp der demez de, onu hemen ünlü hikâyeci ve aynı zamanda düzenlenen her Türk şiiri antolojisine bir şair olarak da mutlaka alınması gerektiğini düşündüğüm Sait Faik’le bitiştiririm.” —Ece Ayhan
6. Bedenlerin Göçü (Yuri Herrera / Notos Kitap)
Meksikalı yazar Yuri Herrera, Bedenlerin Göçü’nde ölümcül bir salgının pençesine düşmüş isimsiz bir şehri anlatıyor. Sokaklarda ölümün kol gezdiği ama kimsenin ölüm korkusuyla hareket etmediği, insanların adlarından çok lakaplarıyla bilindiği suç kokan bir şehir burası. Hükümet “Endişelenecek bir şey yok” dese de halkı her türlü ilişkiden kaçınmaya, yerlerinden kıpırdamamaya çağırıyor. İnsanların bir kısmı eve kapanırken bir kısmı da randevuevlerine gitmeyi, kafayı bulup belaya bulaşmayı sürdürüyor.
Tüm bu karmaşanın içinde iki mafya ailesi birbirlerinin çocuklarını esir tutuyor. Bedenlerin takasını ayarlamaksa bir zamanların avukatı, şimdinin sorun çözücüsü Elfekkak’ın omuzlarında. Hikâyeler katman katman çözülürken iki ailenin gizemli geçmişini öğreniyor, Elfekkak’ın iç çatışmalarına ve suçla kaynayan bir şehrin doğasına tanıklık ediyoruz.
Bedenlerin Göçü sessizliklerle örülü, kısa ama zengin anlatımıyla sürükleyici bir narko-noir örneği.
7. Gücenmedim Dersem Yalan Olur (Başak Buğday / İthaki Yayınları)
“Pazar günleri konser programını yönetmesi ve yaşça benden çok çok büyük olması dışında hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Şimdi olsa internete girer, sabah kahvaltıda kaç zeytin yediğinden; geçen sene tatilde giydiği lacivert mayosunu kaç liraya aldığına kadar her şeyi, iki dakikada öğrenebilirdim ama o zaman internet falan yok. Arama motoru olarak ansiklopedi kullandığımız yıllar. Biri hakkında bilgi sahibi olmamız gerektiğinde mahallede tahkikat yaptırmak dışında başka olanağımız da yok. İşte, Hikmet’i bu mümkünsüzlükler içerisinde; fakat kalbimin tüm imkânları ile seviyordum.”
Altın günlerindeki kısırın gücüne, karne hediyesi bisiklete atlayıp evden kaçılabileceğine, radyonun içindeki küçük insanlara ve dünyanın, çekirdek yiyerek gidilebilen; mahallenin o en uzak köşesi kadar büyülü bir yer olduğuna inananlara; hâlâ inanlara…
Ihlamur Günlükleri’yle tanıştığımız Başak Buğday, gülmekten gözlerimizi yaşartırken içimizdeki o eski yaraya dokunuyor.
8. Edebiyat Tarihi (Allen Ginsberg / Sub Press)
Bir edebiyat öğretmeniniz var, düşünün ki bu Allen Ginsberg.
1977’de, dönüm noktası şiiri “Howl” ve Jack Kerouac’ın Yolda kitabının yayımlanmasından yirmi yıl sonra, Allen Ginsberg, Beat Generation’ın edebi tarihine dair bir ders vermenin zamanı olduğuna karar verdi. İlk olarak Naropa Enstitüsünde ve daha sonra Brooklyn Kolejinde defalarca öğretmenliğini yaptığı bu dersin yaratılmasıyla Ginsberg, Beat Edebiyatı Tarihini kendi benzersiz üslubuyla sunma fırsatı buldu. Ünlü editör Bill Morgan tarafından derlenip düzenlenen bu eşsiz tarih “Kuşağımın En İyi Beyinleri” haklı alt başlığını taşıyor. Ginsberg yazarların ve şairlerin portresini çizmekle kalmıyor, birbirleriyle ve kendinden önceki edebi tarihle ilintilerini de kimsenin yapamayacağı bir şekilde, herkesten, her öğretmenden duyamayacağımız bir biçim ve dille koyuyor önümüze. Çok açıkçası Ginsberg bize kimseden öğrenmemizin mümkün olmadığı bilgilerle, özel yaşanmışlıklarla bir Edebiyat Tarihi örüyor!
20. Yüzyılın en önemli edebi hareketi olan ve ünü edebiyat tarihinin de ötelerine varmış bir süreci ve kuşağını kişisel ve eleştirel bir bakışla masaya yatırıyor!
Binlerce kitabı tedavülden kaldıracak tek bir kitap düşünün, işte bu o kitap!
Jazz’dan Budizm’e, William Carlos Williams’tan Edebi Yazma Tekniklerine, Okuma ve Dinleme Listelerinden Sanat ve Sokak Yaşamına 50 Başlık Altında Onlarca Yazar, şair, portre ve kavram!
9. Olimpiyat Rüyası (Reinhard Kleist / Karakarga Yayınları)
Olimpiyata katılma öyküsü, bu rüyaya ulaşmak için yapılanlar, fedakârlıklar, zorluklar… Çok okuduk, çok seyrettik böyle masalları. Samiye Yusuf Ömer’inki bunların biraz ötesinde, muhtemelen en gerçek ve en etkileyici olanı.
İçinde mülteciliğin zorlukları var, olimpiyat rüyası var, insani dram var, aşılması dağ gibi engeller var, etkileyici bir son da var… Çizen Reinhard Kleist’ın spora özel bir ilgisi var, çeviren Tanıl Bora ise Türkiye’nin spor ve çizgi roman kültürüne başlı başına katkı.
Zor’un tanımını değiştirecek bir öykü bu. İmkansız’ın sözlük anlamına örnek olacak belki de. Siz spor diye okuyun, tarih epik masallar bölümüne kaydetsin.
10. Acil Gerçekdışılıkta Maceralar (Max Blecher / Jaguar Kitap)
“Ruhun belli derinliklerinde sıradan sözcüklerin hükmü yoktur. İşte buradayım ve yaşadığım krizlerin doğru bir tanımını yapmaya çalışıyorum, ama bulabildiğim tek şey imgeler.”
O zamanlarda deyim yerindeyse “altın çağ”ını yaşayan modernist romanın dev eserleri arasına, 1936’da Romanya’nın küçük bir kasabasında yazılan bir roman daha katılır: Acil Gerçekdışılıkta Maceralar.
Bu küçük hacimli başyapıtın yazarıysa “Ruhun belli derinliklerinde sıradan sözcüklerin hükmü yoktur,” diyen Max Blecher’dır.
Romanda genç bir adam, “gerçekdışılıkta maceralar” olarak adlandırdığı zihinsel buhranlar yaşamaktadır. Öyle ki, bir süre sonra tüm dünya onun için tamamıyla bir “imgeler toplamı” haline gelir ve gerçekdışı, gerçekten daha gerçeğe dönüşür: Avrupa’yı esir alacak karabasanı bile, tıpkı bir kâhin gibi, tüm açıklığıyla görür. Yine de, genç adam için “gerçekdışılıkta maceralar”ı anlamlandırmak, adlandırmak kadar kolay olmayacaktır.
Yatağa mahkûmiyetinin sekizinci yılında ve ölümünden iki yıl önce kaleme aldığı bu başyapıtıyla Max Blecher’ı Musil, Schulz, Kafka, Pessoa gibi büyük modernist yazarların katına çıkaran Acil Gerçekdışılıkta Maceralar, Herta Müller ile Andrei Codrescu’nun önsözleri ve Suat Kemal Angı’nın çevirisi ile ilk kez Türkçede.
11. Soğuk Deri (Albert Sanchez Pinol / Jaguar Kitap)
“Okuyup bitirdikten sonra bile peşimi bırakmadı. Müthiş bir kitap.” —Enrique Vila-Matas
“Huzursuz eden, çekiç gibi inen, görkemli bir roman.” —David Mitchell
Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra Antarktika yakınlarındaki küçük bir adaya, bir yıllığına yeni bir meteoroloji uzmanı gelir. Haritada bile zor görülen bu küçük adada bir kişi daha yaşamaktadır: Fenerin ketum görevlisi. Fakat iki kişilik bu ada, hiç de göründüğü kadar sakin değildir.
Adanın gizemi ancak karanlık çöktüğünde ortaya çıkar.
Soğuk Deri, imgelem gücü ve felsefi sorgulamalarıyla, insanın ”öteki” ile kurduğu ilişkiye dair unutulmaz bir roman.
12. Horla-Guy de Maupassant’ın Öyküsünden (Guillaume Sorel / Yapı Kredi Yayınları)
Deli değilim ben…
burada yaşayan bir şey var… benimle birlikte…
bu şey insanlara dokunabiliyor…
Su ve sütle besleniyor…
Ama onu göremiyorum…
Maupassant’ın ölümsüz hikâyesi horla, sorel’in ellerinde yine bir çizgiroman başyapıtına dönüşüyor.
13. Bube’nin Sevgilisi (Carlo Cassola / Yapı Kredi Yayınları)
“Acıyı tatmayan insanın kalbi kötüdür” dedi Mara. “Çünkü insan acıyı tattığında, bir daha kimsenin kötülüğünü isteyemez.”
Carlo Cassola, İkinci Dünya Savaşı sonrası İtalyan edebiyatının etkin figürlerinden biri olarak öykü ve romanlarıyla dünya edebiyatında önemli bir yer edinmiştir. Savaştan yeni çıkmış toplumların acılarını doğrudan aktaran Yenigerçekçilik akımına özgü yazım tarzını benimsemiş, duygu ve deneyimlerini mütevazı kır hayatıyla renklendirdiği eserlerinde, yazarın hayli etkilendiğini söylediği, James Joyce’un Dublinliler’ini çağrıştıran esintilere rastlamak mümkündür. Cassola’nın tarihsel olaylara tanıklık eden başkahramanları köy hayatının sıradan insanlarıdır.
İki gencin aşkı üzerinden, savaş sonrası İtalya’sında siyasi ve toplumsal sorunları irdeleyen Bube’nin Sevgilisi 1960 yılında Strega Ödülü’nü aldı. Claudia Cardinale ile George Chakiris’in başrollerinde oynadığı filmi ise 1963 yılında Luigi Comencini tarafından çekildi.
14. Kefaret (Ian McEwan / Yapı Kredi Yayınları)
1935 yazında bir gün, Tallis ailesinin on üç yaşındaki kızı Briony, ablası Cecilia ile ailenin hizmetçisinin oğlu, Cecilia’nın çocukluk arkadaşı Robbie arasındaki bir yakınlaşmaya şahit olur. Briony’nin yetişkinlerin dünyası hakkındaki bilgisizliği ve hikâye anlatmaya olan merakı, üçünün de hayatını derinden etkileyecek bir suç işlemesine neden olacaktır.
Kahramanlarının altüst olan hayatlarını İkinci Dünya Savaşı’na, oradan da yirminci yüzyılın sonlarına kadar takip eden Kefaret, aşk, savaş, çocukluk ve hikâyelerin gücü hakkında unutulmaz bir roman.
“Muhteşem bir başarı.” —The New York Times
“Bugün İngilizce roman yazan hiç kimse Ian McEwan’ı gölgede bırakamaz.” —The Washington Post Book World
“Kefaret, McEwan’ın yazdığı en iyi kitap.” —Observer