Bu hafta kitap önerisi listesi hazırlamak bizim için oldukça zor oldu. Gerçi her hafta zorlansak da, bu hafta yeni çıkan kitapların hayli fazla olması bizlere seçim yapmayı ayrıca zor bir hale getirdi. Okunacak pek çok kitap var ve biz kesinlikle bir otorite değiliz ancak bunu bir fikir alışverişi olarak görüyoruz.
Şimdi sizleri listemizle baş başa bırakırken, tüm Dada Kitap okurlarına keyifli okumalar diliyoruz.
1. Direniş (Ernesto Sabato / DeliDolu)
Latin Amerika edebiyatının son büyük klasik yazarlarından Ernesto Sabato’nun ölmeden önce yazdığı son kitabı!
Direniş, insanoğlunun yaşadığı dünyaya ve çevresindeki diğer bireylere karşı yabancılaşmasını ve yozlaşmasını konu ediniyor.
Arjantinli ünlü yazar, hızlı yaşayan ve sürekli üretmek zorunda kalan insanlara artık biraz soluklanmaları gerektiğini anımsatarak haklı bir direniş çağrısında bulunuyor.
Arjantinli yazar Ernesto Sabato Direniş’te, artık unutulmaya yüz tutmuş insani değerlerin yeniden hatırlanması gerektiğini vurgularken, insanı sahte umutlara yönelten teknolojiye karşı çeşitli uyarılarda bulunuyor. Arjantin’in, özellikle de Buenos Aires’in hızlı modernleşmesinin getirdiği yabancılaşmaya, kentin temel değerlerini yitirişine vurgu yapan Sabato, modern hayatın insanı soluksuz bıraktığını, bu hız içinde insanın insanlığını kaybettiğini öne sürüyor.
Sabato sohbet havasında kaleme aldığı kitabında, çağımızın teknolojik ve ekonomik çılgınlığına karşı ahlâki ve vicdani bir direnişi savunuyor.
“Çevremizdeki küçük dünyada bir güzellik ortamı yaratamayacak hale gelip aklımızı sadece giderek daha fazla insanlıktan çıkan ve rekabetçi olan işle ilgili konulara verirsek nasıl direnebiliriz?”
2. Proust & Brecht (Walter Benjamin / Sub Yayınları)
Eski ve güzel günleri değil, kötü ve yeni olanları temellendirin.
3. Üç Öykü ve Diğer Küçük Şeyler (Kurt Schwitters / Sub Yayınları)
Schwitters bu üç öyküyü yazdığında ellili yaşlarının başındaydı. “Yassı ve Yuvarlak Ressam”ı 1941’de düşman ülke vatandaşı olarak gözaltında tutulduğu Man Adası’nda yazdı. Heinz Beran’ın çevirdiği öykü, birkaç çizimle birlikte dosya kâğıdına kopyalanmıştı. “Ev Sahibesi” ve “Enayi” ise salıverilmesinin ardından Londra’da, aynı sene içinde kaleme alındı. Bu öyküler, her peri masalı gibi, okuyucuyu umulmadık olaylarla karşılaştırır. Ancak bu öyküler tuhaflığı aşıp absürtlük, hatta yıkıcılık raddesine varır. Schwitters’in yazdığı öyküler, tıpkı koşulları ve sanatı gibi, zaman içinde değişim gösterdi. Ona göre sanat, “ciddi sorunlarla oynamaktı”.
Kurt Schwitters ismini duyduğumuzda öncelikle bir şair veya öykücü düşünmeyiz. Kendine özgü Dada tarzına 1919’da Kommerz und Privat Bank’tan aldığı “Merz” ismini koyan bir kolaj ustası olarak tanınır. Fakat elbette ressam, dizgici, heykeltıraş, öykü yazarı ve toplama ortam yaratıcısı olarak da üretken bir sanatçıydı. Bu ortamlar, buluntu malzemelerden inşa ettiği üç Merzbauten idi [Merz yapıları]. Bunların ilki Hannover’de, ikincisi Norveç’teki Lysaker’de, Schwitters öldüğünde hâlâ tamamlanmamış olan sonuncusu ise Lake District’teki Little Langdale’deydi. Schwitters’in amacı sanat ve sanat olmayanı birleştirmekti. Merz’in “tüm dünyayı kapsayan bir görüş” olduğunu söylerdi. Herbert Reid ona tevekkeli “tastamam bir sanatçı” dememişti.
4. Gemi Mezarlığı (Mehmet Ünver / Yitik Ülke Yayınları)
Bu koca kentte, küçücük bir çatı odasına sığınmış, yalnız bir kızdı. Sahip olabildiği tek mülkü, bedeniydi ve o bedenin arzularına boyun eğmeyi bir görev olarak kabul ediyordu. Doğduğu topraklarda kol gezen ölümden kaçarken ardına bile bakmamıştı. Uykuları bölündüğünde bedenine sığınıp saatlerce seviştiği erkeğini özlüyordu. Şimdi çıkıp gelse, onunla sevişirken bir haz bulutuna dönüşerek kentin üzerinde uçmaya başlasa, her şey bittiğinde saçaklarda yuvalanmış iki kırlangıç gibi birbirlerine sokulup uyusalar…
“Bir gün sonra ne olacağımızı bilemediğimiz bir dönemdi. İki yaralı beden olarak birbirimize sarıldık ve tek beden olduk. Bundan güzel ne olabilir ki?”
Gemi Mezarlığı: Uzak diyarlardan kopup, bir kurtuluş vahası arayan ağır yaralı iki ruhun olağanüstü öyküsü.
5. Kürdün Meyhanesi (Fahir Aksoy / H2O Kitap)
Ankara’da küçük bir lokanta. Yemekleri ya da gurmeleri ile değil müdavimleri ve hikâyeleriyle meşhur bir mekân. İşletmecisinin Kürt olmasından dolayı gerçek adıyla değil Kürdün Meyhanesi olarak anılmasıyla ünlü.
Bugün aşina ve hayranı olduğumuz pek çok yazarın gençlik yılları: 1940’lardan 1960’lara Türkiye ve onun kalbi Ankara’ya dair bir toplumsal manzara. Nurullah Ataç, Orhan Veli, Suat Derviş, Cahit Sıtkı, Fikret Otyam, Ceyhun Atuf Kansu, İlhan Tarus, Çetin Altan, Salim Şengil, Cüneyt Arcayürek, Cahit Burak, Orhan Peker, İlhan Berk, Azra Erhat… şairler, romancılar, eleştirmenler, ressamlar, müzisyenler, tiyatrocular, gazeteciler, bilim adamları kadar avukatların, paşazadelerin, garsonların, fabrika işçilerinin, mühendislerin ve tabii meyhane harcırahı tahsis edilmiş sivil polislerin anıları, hikâyeleri, gündelik hayattaki halleri… Bu renklilik, toplumsal dokuyu hissetmemizi sağladığı oranda o döneme ait toplumsal yaşantıyı da zihnimizde canlandırmamıza olanak veriyor.
Yine aynı meyhanenin müdavimlerinden naif resmin öncüsü Fahir Aksoy’un kaleme aldığı, öykü tadındaki bu neşeli anılarda geçmişi olduğu kadar günümüzü de bulacaksınız: Sürekli para sıkıntısı çeken sanatçılar, aralarındaki dostluklar ve kavgalar; aşk acıları, hiç eksik olmayan devlet gölgesi; kültürel değişim, umutlar…
Eğlenerek, keyifle tanık olacağınız bir dünya…
6. Girit’in Perileri (Özge Budak / AYA Kitap)
Hayat, gelirken yanında getirdiklerinin, buradayken biriktirdiklerinin ve bu ikisiyle yaşayabildiklerinin toplamından başka nedir ki? Derler ya; öğrenilmiş çaresizliği ve sürdürülebilir mutsuzluğu bir kenara bırakıp her anı umut ederek yaşamak lazım.”
Özge Budak’ın ilk kitabı Girit’in Perileri, sade dili, katmanlı hikayesi, mübadele dönemine yönelik nesnel bakışı ve çok karakterli yapısını başarıyla kurabilmesiyle öne çıkan bir roman. Yazar bir ilk kitapta düşülebilecek pek çok hatadan uzak durmasıyla, anlatımındaki yalınlıkla okurla metin arasındaki mesafeyi ortadan kaldırıyor. Henüz ilk satırında, okuru çabucak içine çekebilen atmosfer kitabın sonuna dek büyüsünü koruyor.
Girit’in Perileri, anlatımındaki tüm çabaları bir kenara bıraktığımızdaysa; Süheyla’nın, Amir’in, Ali’nin, Selahaddin’in, Kahire’de, Beyrut’ta, Girit’te, pırıl pırıl Ege Denizi’nde geçen zorlu yolculuklarında; tüm imkansızlıklara rağmen ayakta kalabilmelerini tek bir unsurla sağlıyor: Umut… Bu açıdan bakıldığında, roman gerçekçi ve sarsıcı pek çok sahne barındırmasına rağmen, karakterlerinin birbirlerinden, umutlarından güç almalarına olanak tanıyarak okuru bir an bile karamsarlığa sürüklemiyor.
Bir ilk romandan çok daha fazlası olan Girit’in Perileri’ni, hem ileride adını sıklıkla duyabileceğiniz bir yazarı tanımak, hem de güçlüklerle mücadele eden, ayrılıklara, ölümlere, yurtlarından edilmeye göğüs geren karakterleri aracılığıyla yaşama mucizesine yeniden inanabilmek için defalarca okuyacaksınız.
7. Bela – Osmanlı’da Bir Vampir (Mehmet Bilal Dede / NotaBene Yayınları)
Balkanların bir parçası olarak hâlâ bir vampir kahramanımızın olmaması tuhaftı doğrusu. Artık bir Osmanlı vampirimiz var. Öteki’leri bol Osmanlı tarihine bu kez de vampirler dahil oluyor. XIX. yüzyılda doğup günümüze kadar yaşıyor olmanın zengin hatıra ve tecrübelerine sahip bir vampir bu. Erken ölmüş bütün “rock star”lar gibi o da hâlâ 27 yaşında. Üstelik köçeklik yapması söz konusu bu hatıra ve tecrübeleri hayli renkli kılıyor. Resimli tarih kitaplarına özgü canlı kanlı sahnelerle, sürükleyici bir anlatımla ilerleyen eğlenceli bir roman Osmanlı’da Bir Vampir. Kitabı bitirdiğinizde kahramanın yeni maceralarını merak ediyorsunuz. —Murathan Mungan
Mehmet Bilâl, “çok satanlar” üslubunu mizahı, argosu, jargonuyla harmanlayarak gerçekten bir solukta okunacak bir roman yazmış. Her vampir çalışmasında karşılaşacağımız kimi klasik ayrıntıları da atlamamış; onları bu topraklara özgü anlatmış. —küçük İskender
Ve o kadar sevdiriyor ki kendini bu vampir, dediğim gibi sıradaki macera için sabırsızlanıyorsunuz. Mehmet Bilâl elini çabuk tutsa iyi olur, aksi halde Stephen King’in “Misery”sindeki gibi kendisini rehin alıp yeni Béla romanını yazdırmaya niyetli fanatik okurları olduğunu biliyorum! —Asu Maro
Bir öteki hikâyesinin anlatıldığı kitapta Béla, yeni yaşamla nasıl mücadele edileceğini biraz küstahça belki ama hiç karmaşık hesaplara girmeden anlatıyor. Yaşlı adamla olan çatışması dozunda; bir ötekinin dünyayla, bir oğlun babayla çatışması gibi veriliyor. Diğer vampirler gibi itici değil, aksine sempatik, duygusal ve neredeyse gerçek hayatta olsa arkadaş olmayı isteyeceğimiz bir karakter. Hele Béla’nın, aşkını cümlelere döktüğü cümleler edebiyatla fantastiğin birbirine nasıl da yakıştığının en iyi örnekleri. —Nihan Bora
“Üçüncü Tekil Şahıs”, “Adresinde Bulunamadı” ve “Üvey” gibi kitaplarıyla tanıdığımız Mehmet Bilâl şimdi heyecan verici bir kitapla yeniden okur karşısında. “Béla: Osmanlı’da Bir Vampir” cesur ve tutkulu bir proje. Mehmet Bilâl’in sohbetimiz sırasında çaktırmadan müjdelediği gibi bir fantastik roman dizisinin de ilki… —Gülenay Börekçi
8. Tarçın Dükkanları (Bruno Schulz / Aylak Adam)
Bruno Schulz 1942 yılında bir Nazi subayı tarafından katledildiğinde dünya edebiyatı bu erken kaybın henüz farkında değildi. Hayatı boyunca, eserleri hakkında çok az konuşuldu, ancak olağanüstü yetenekleri zamanla kendisine uluslararası bir okur kitlesi kazandırdı. Proust ile karşılaştırılıp Kafka’nın Lehçedeki ruh ikizi olarak da anılan Schulz’un öyküleri, yirminci yüzyılın en yetenekli ve etkili yazarlarından birinin gerçeküstücü üslubunu da gözler önüne seriyor. Tarçın Dükkânları, Neşe Taluy Yüce’nin Lehçe aslından yetkin çevirisiyle Türkçede.
“Hayal gücü açısından zengin, dünyevi tutkular açısından duygusal, üslupta zarif, nükteli, gizemli bir estetik bakışla desteklenmiş öyküler.” —J.M. Coetzee
“Schulz kolayca sınıflandırılamaz. Kimi zaman bir gerçeküstücü, bir simgeci, kimi zaman ise bir dışavurumcu, bir modernist olarak adlandırılabilir… Bazen Kafka gibi, bazen Proust gibi yazan Schulz, onların ulaşamadığı derinliklere ulaşmayı başardı.” —Isaac Bashevis Singer
“Kitaplarımı her açtığımda, evini nadiren terk eden bu yazarın, kendine özgü bir dünyayı ve gerçekliğin alternatif bir boyutunu nasıl yarattığını yeniden keşfetmek beni hayrete düşürüyor.” —David Grossman
9. Neyse (Emrah Kabba / Indie)
“Hayatımı tek bir kelimeyle özetleyecek olsam o “neyse” olurdu. İyisi de kötüsü de “neyse”. Benim için bir hayat felsefesi, her şartta hayatta kalıp mutlaka ama mutlaka yırtmanın sihirli formülüdür “neyse”. Misal “bir işlere girdik ama neyse bakalım” diyerek aldım hayatımı değiştiren her kararı. Olmayınca “neyse abi, napalım” diyerek devam ettim yoluma.
Lâfı bağlayamıyor muyum? “Neyse” deyip değiştirdim konuyu. Söyleyeceklerim var da konuşmaya mecalim mi yok? “Neyse” deyip sustum. Karşımdakine tahammülüm kalmamış da zor mu sabrediyorum? “Neyse” deyip yuttum. Çok üzdüler mesela, tadım kaçtı diyelim, “neyse” dedim sadece yine. “Dert etme be oğlum, baktık olmuyor “neyse” der, iki bira fazla içeriz” diyerek teselli ettik senelerce kendimizi. “Neyse” diyen ağlamaz bak, yazın bunu kenara bir yere. Çok uzattım, neyse..”
10. Cevelanname – Ülkeler,Şehirler,İnsanlar (Cihan Okuyucu / Büyüyenay Yayınları)
Uzak bir dağ köyündeki çocukluğum seyahat hülyalarıyla geçti. Küçük okul kitaplığının iki rafını dolduran seyahat ve macera kitapları dağda bayırda hayvan peşinde geçirdiğim bitmek bilmeyen uzun ve sıkıcı yaz günlerindeki yegâne arkadaşlarımdı. Bu kitaplar benim dünyaya açılan kapılarım oldular; kalbimi uzak ülkeler, açık denizler görme heyecan ve ihtirasıyla tutuşturdular. Ders kitaplarından önce dünyanın insan ve tabiat manzaraları hakkındaki ilk intibalarımı ben onlardan edindim. Bu dünyanın kömür karası zencileri, tunç çehreli Kızılderilileri, yumuk gözlü Çinlileri; filleri, aslanları, piton yılanları ve daha nice acayibi garayibi olduğunu öğrendikçe yüreğim onları görüp tanıma isteğiyle dolup taştı.
Kısacası kitaplar bana içinde yaşadığım bu küçük köy kozasının dışında kocaman ve renkli bir dünya daha olduğunun habercisi oldular. Bu ikinci dünyanın renkleri ve şekilleri, karaları ve denizleri benim için sıcak yaz akşamlarında sırtüstü uzandığım bahçede seyrettiğim gökteki parlak yıldızlar kadar albenili ama ve bir o kadar da uzaktılar. Ben bu küçük köyün sınırlarını ancak rüyalarımda ve hülyalarımda aşabilirdim. Galiba kaderimiz de çocukluğumuzun rüya ve hülyalarını izliyor. Yıllar sonra ilk defa elimde kocaman bir valizle Paris yoluna düştüğümde adeta başım yıldızlara ermiş ve elim rüyalarıma değmişti. Paris’te geçirdiğim dört ay sınırlarımızın ötesindeki dünya hakkında ilk ciddi tecrübem oldu. Bu dört ayın sonunda elimde doldurulmuş bir seyahat defteri ve küçük bir resim albümüyle döndüm.
Hatıraların küllendiği, görüntülerin solduğu sonraki yıllarda bu resim ve notlar benim geçmişe açılan koridorlarım oldular; görüp yaşadıklarımı bana yeniden yaşattılar. Bu geçmiş zaman notlarına baktıkça şunu farkediyordum: Yaşadıklarımızdan geriye sadece yazdıklarımız kalıyor, gerisi uçup gidiyordu. Sonra kapı kapıyı açtı, tanışıklıklar, dostluklar birbirine ulanıp genişledi ve seyahatler seyahatleri izledi. Bazen turistik amaçlarla ama daha çok bilimsel toplantılara katılmak üzere son 20 yıldır birçok ülkeyi birçok kere görme ve gezme imkânı buldum. Gördüklerimi, yaşadıklarımı, küçük notlar halinde kaydettim. Memlekete döndükten sonra bu kısa notları yeniden ele aldım ve hafızamın izin verdiği ölçüde genişletip kâğıda döktüm.
Asya, Avrupa, Afrika, Balkanları içine alan ve yirmi ülkeyi kapsayan bu kitap yeryüzünün bütün mahrem manzaralarını ekranlarımıza taşıyıp duran gelişmiş kamera görüntülerinin yazılı kültürü yok ettiği böylesi bir zamanda hâlâ kameranın göremeyeceği bir şeyler olduğunu anlatıyor; ülke ve şehirlerin fiziki tasvirlerinden çok kültürlerine, insanlarına ve insan ilişkilerine dikkat çekiyor.
11. Atina’da Zehir (Margaret Doody / Alfa Yayıncılık)
Kahramanlarımız Aristoteles ve Stephanos bu maceralarında, Atina’yı karıştıran üç farklı vakayı çözmeye çalışacaklar.
İlki zengin bir yurttaşın yaralanması, ikincisi baldıranotuyla işlenen tuhaf bir cinayet, üçüncüsü ise Atina’nın en güzel kadını olan kibar fahişe Phryne’ye yöneltilen suçlamalar. Atina halkının derinlerde yatan nefret ve tutkuları ortaya çıkarken Aristoteles ve Stephanos çok geçmeden zehrin yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda ahlaki olduğunu da fark ederler. Kentteki gerginliğin ve siyasi kurumların kırılganlığın bilincinde olan Aristoteles bu olayların Atina’yı felakete sürüklemesini önleyebilecek midir?
12. Ölüm Kalım Oyunu (Emmett Grogan / Ayrıntı Yayınları)
“1960’ların yeraltı hakkında yazılmış en iyi ve sahici kitabı…” —Dennis Hopper
“Emmett Grogan türünün en iyi hippi savaşçılarından biriydi. Aynı zamanda bir keş, bir manyak ve yetenekli bir aktör ve asi bir kahramandı… Bunların yanı sıra, bütün arkadaşlarının baş belasıydı… Ölüm Kalım Oyunu muhteşem bir yapıttır…” —Abbie Hoffman
“Emmett Grogan harika bir hikâye anlatıcısıydı, Ölüm Kalım Oyunu şahane bir kitaptır.” —Jerry Garcia
Ölüm Kalım Oyunu 1960’ların kent gerillası Emmett Grogan’ın sıra dışı hikâyesidir. Amerikan kentlerinin sokaklarını kasıp kavuran isyancı bir dalganın soluksuz bir anlatımı sunulmaktadır romanda. Kolluk kuvvetleri, yasa ve devletle başı sürekli derde giren ama hiçbir surette uzlaşmayan, durmaksızın otorite odaklarını protesto eden, onlara karşı koyan bir direnişin çarpıcı hikâyesi…
Emmett Grogan Ölüm Kalım Oyunu’nda okuru rotasında kurtuluş ve kişisel özgürlüğün olduğu çılgın ve neşeli bir serüvene çıkarmaktadır…
13. Laidlaw Soruşturması (William McIlvanney / Ayrıntı Yayınları)
Orijinal hasarlı dedektif Jack Laidlaw ile tanışın. Glasgow Green’de genç bir kadın vahşice öldürülmüş halde bulunduğunda, şehrin karanlığında pusuya yatmış paralı adamlar, yeraltı dünyasının kabadayıları ve zalim adamlar arasından kadının katilini bulma şansı yalnızca Laidlaw’dadır.
“İlk, en hızlı ve en iyi. Şehrin kanlı kalbini boylu boyunca kesen, korkutucu bir neşter gibi…” —Denisa Mina
“McIlvanney olmadan polisiye yazarı olabilir miydim, emin değilim.” —Ian Rankin
“İskoç polisiye yazarlığının saf, damıtılmış özü…” —Peter May
“Sonsuza kadar hafızanızda kalacak.” —Chris Brookmyre
“Laidlaw kitapları sadece harika polisiye romanları değil, aynı zamanda önem teşkil eden kitaplar.” —Mark Billingham
14. Kaderin Cilvesi (Hüseyin Rahmi Gürpınar / Ayrıntı Yayınları)
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Tanzimat, Servet-i Fünun, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde eser vermiş bir yazarımızdır. Gürpınar’ın romanlarındaki karakterler toplumun her kesiminden, her yaş grubundan seçilmiştir: İstanbul hanımefendileri, İstanbul beyefendileri, evlatlıklar, öksüz ve yetimler, yoksullar, dadılar, kalfalar, kahyalar, bürokratlar, küçük memurlar, polisler, yazarlar, Mülkiyeliler, hukukçular, askerler, doktorlar, eczacılar, tüccarlar, öğretmenler, din adamları, politikacılar, şairler, müzikseverler, ressamlar, tiyatrocular, sporcular, harp zenginleri, vurguncular, mirasyediler, içgüveyiler, dullar, gayrimeşru çocuklar, dolandırıcılar, dilenciler, eşkıyalar, fahişeler, metresler, muhabbet tellalları, hovardalar, şıpsevdiler, fedakârlar, iffetsizler, namussuzlar, alafranga tipler, dejenere tipler, züppe tipler, dedikoducular, fettanlar, Fransızlar, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Ruslar, vb. Romanlarda bu karakterler gerçek hayattaki gibi konuşturulurlar. Eğitimlerine uygun söz dağarcıkları, ağız özellikleri, şiveleri, ifade biçimleri, kullandıkları argo sözler yazıya geçirilmiştir…
15. Malone Ölüyor ( Samuel Beckett / Kırmızı Kedi)
Odasında ölmeyi bekleyen yaşlı bir adam ve zihnin gözeneklerinde gezineduran kaygan bir monolog. Beckett’ten roman ile dramanın arakesitinde duran, ya da duramayan, baş döndürücü bir deney.
16. Marina (Carlos Ruiz Zafon / Kırmızı Kedi)
Barcelona’da bir yatılı okulda okuyan 15 yaşındaki Óscar Drai bir anda ortadan kaybolur. Yedi gün yedi gece boyunca Óscar’dan hiç haber alınamaz.
Óscar şehrin eski bir mahallesini keşfederken tuhaf bir kızla tanışır. Kızın adı Marina’dır. Onu bir mezarlığa götürür. Birlikte her ayın son pazar günü yapılan bir ayini izlemeye koyulurlar. Sabah saat tam onda, siyah kadife pelerinli bir kadın, arabadan inerek isimsiz bir mezarın üzerine tek bir gül bırakır.
Óscar ile Marina kadını takip ederler. Ve böylece, şehrin sokaklarının altındaki gizemli labirentte, dehşet dolu bir hikâye sarmalı içinde bekleyen karanlık sır perdesi aralanır.
Rüzgârın Gölgesi ve Meleğin Oyunu gibi uluslararası çoksatan romanlarıyla İspanya’nın yaşayan en tanınmış yazarlarının başında gelen Carlos Ruiz Zafón’dan kült bir genç yetişkin romanı.
17. Ölü Evinin Işıkları (Sedat Ağaoğlu / Tura Yayıncılık)
Köpekler ve ben
Bir de deniz
Ne denizi nerden çıktı şimdi bu deniz? Hem de kış günü…
Ama olsun. Ama olsun ne demek?.. Deniz kışın da vardır ve edebiyatımızda deniz olmazsa olmaz. Deniz gibisi yoktur. Ben denize tutkunumdur. Hastayımdır. Denizden ne çıksa yerim,
Babam çıksa babamı da yerim. Yamyamım. Gazeteler yazar beni denizden çıkan babasını yiyen yamyam adam! Babasını testereyle önce kesti sonra pişirdi bir güzel yedi. Ve sonra da oh ne güzel dedi..
Kara adam
Köpek balıkçısı
Düş yalakası
18. Gökteki Bütün Kuşlar (Charlie Jane Anders / İthaki Yayınları)
“Tekinsizi böylesine özgürce, büyük fikirleri böylesine harikulade işleyen Rüyanın Öte Yakası ve Bulut Atlası gibi başyapıtların arasına bir yenisi daha eklendi.” —Michael Chabon
“Muhteşem bir roman. Büyü ve teknolojinin, neşe ve hüznün, romantizm ve bilgeliğin olağanüstü bir sentezi. Kesinlikle okunmalı.” —Lev Grossman
“Bilimkurgu-fantazi dünyasının her kuşağında usta bir absürdist bulunuyor. Gökteki Bütün Kuşlar’da ispat ettiği üzere, 1980 kuşağınınki de Charlie Jane Anders. Kesinlikle öneririm.” —N.K. Jemisin
Kuşlarla konuşabilen ve kendisine cadı diyen küçük bir kız ile zamanda iki saniye ileri gitmeyi sağlayan bir zaman makinesi icat eden, bambaşka diyarların hayalini kuran küçük bir oğlanın kesişen yolları; doğanın insanlarıyla bilimin insanları arasında büyük bir savaşı, insanlığın yıkımını ve nihayetinde kıyameti başlatıyor.
Patricia Delfine diğer insanlardan farklıydı. Doğanın dilini, gökyüzündeki bütün kuşların ne söylediğini anlayabiliyordu. Gençlik yılları, içindeki doğaya kaçma ve cadı olma arzusu ile bulunduğu yere ait olmadığı hissi yüzünden ailesi ve okuldaki diğer çocuklar tarafından baskı ve zorbalığa uğrayarak geçmişti. Herkes ondan uzak duruyordu, bir kişi dışında: Laurence Armstead.
Laurence Armstead yaşına göre fazla zeki bir çocuktu. İki saniyelik, hiçbir işe yaramadığını düşündüğü bir zaman makinesi icat etmiş, çocukluğu ailesi tarafından ihmal edilerek ve ergenliği de okuldaki zorbalar tarafından itilip kakılarak geçmişti. O eve, o aileye, o okula ve insanların arasına ait olmadığının farkındaydı.
Ve toplumdan dışlanmış iki sıradışı çocuğun yolları bir tesadüf sonucu kesişirken dünyanın sonunu şekillendiren kader ağlarını örmeye başlayacaktı. İşinin ehli bir suikastçı, Laurence’ın dolabının içinde yarattığı bir yapay zekâ, tek sözcükle insanları lanetleyen cadılar ve büyücüler, başka gezegenlere açılacak kapılar inşa eden biliminsanları…
Belalar ve mucizelerle dolu hikâyelerini başlatan o küçük tesadüf onları bir kere buluşturduktan sonra hayat –belki büyü belki de bilim– Patricia ve Laurence’ı tekrar tekrar karşılaştırmaya devam edecekti, onlar tek bir şeyi anlayana dek: Aralarında yok edilemez şeyler olduğunu.
19. Ruth (Lou Andreas Salome / Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları)
Lou Andreas-Salomé yapıtlarında kendi deneyimlerinden yola çıkarak, geleneğin kısıtladığı hayatlarında kendi yollarını bulmaya çalışan kadınları, yetişkinliğe adım atmaya hazırlanan genç
kızları anlatmıştır. Bu kadın hikâyeleri arasında kilit önem taşıyan Ruth, yazarın sağlığında en çok ilgi çeken yapıtıdır. 1895 yılında yayımlanan roman zamanın edebi zevkini yansıtır.
Çocuksu bir çekiciliğe sahip esrarengiz bir genç kız, işini çok seven bir eğitimci olan öğretmeninin kalbini tutuştururken, yaşadıkları karşılıklı bir büyülenmeye dönüşür. Genç kızın iç âlemi psikolojik tahlillerle aktarılır. 1928 yılına dek on baskı yapan Ruth’un okurları arasında Rainer Maria Rilke ve Sigmund Freud gibi ünlü kişiler de vardı. Hatta romandan çok etkilenen Rilke kendi kızına “Ruth” adını vermişti.
20. Reklamdaki Hakikat (John Kenney / Garaj Kitap)
“(…) Bazen bazılarını benim yazdığım veya arkadaşlarımın yazdığı kelimeler, orada, televizyonda karşımıza çıkanlar. Arkalarında ne olduğunu bir bilseniz. Saatler, günler, haftalar, toplantılar, stres, deadline’lar, para, onaylar, casting, uçakla bir yerlere gitmeler, oteller, bağrışmalar, içmeler, tesadüfi seks, yazıldığında öyle geldiği veya önemli göründüğü için bir anlam taşıyacağı umudu. Ve sonra televizyonda görmek… Hızla geçerken. Bazen, ışığını hazırlamaya bir bütün gün uğraştığımız plan, ekranda sadece on sekiz kare görünür, yani bir saniyeden az. Saniye, yirmi dört karedir. Videoysa otuz karedir. Önemli olan… nedir?”
New York’ta reklam yazarlığı ile uğraşan Finbar Dolan’ın hayatı, sürekli reklam yazmasına rağmen bir bebek bezi reklamı ile birlikte karışmaya başlar. Bir de üzerini yıllar önce kapattığını sandığı aile bağları tekrar gün yüzüne çıkıverir. Henüz ne düşüneceğini bile bilemezken, bir de ona emanet edilen küllerin sorumluluğu eklenir.
John Kenney, ilk romanı olan Reklamdaki Hakikat’te eğlenceli, samimi, bazen alaycı ama genelde insanı sarsan anlatımıyla iş hayatının, aşkın, sevginin ve aile olmanın anlamıyla birlikte hayatın absürtlüklerinden bahsediyor. Kenney’nin bu ilk romanı, okuru, reklamların arka bahçesinde sarsıcı bir gezintiye çıkarıyor ve reklamların gerçek dünyasını ya da öteki yüzünü keşfe çağırıyor.