Kitapçılara ya da kitap satışı yapan internet sitelerine girip kaybolmayı seviyor olabilirsiniz. Öte yandan yayınevleri kitapseverleri sürekli yeni kitaplarla buluşturmaya devam ederken bunu takip etmek oldukça zor oluyor. Bu hafta “Ne Okusam” diye düşünen okurlar için 20 kitaptan oluşan bir liste hazırladık.
1. İnsanın Düşünmekten Canı Yanar Mı? —Nevşin Mengü
Bu kitabın yazarını televizyon ekranından tanıyoruz daha çok. Sözünü sakınmayan, dobra dobra konuşan, gazetecilik geleneğinin hakkını vermeye çalışan biriydi Mengü. Burada, bu kitapta da aslında tüm bunları beraber yapıyor: Sözünü sakınmıyor, kitapta bahsettiği insanların çoğuyla ve okuyucusuyla dobra dobra konuşuyor, gazetecilik geleneğinin hakkını vermeye çalışıyor.
2009 yılında, genç bir muhabir İran’a giderse neler olur? Dahası, 2009 yılında genç bir muhabir olan Nevşin Mengü İran’a giderse neler olur? Gazetecilik yapar ve bir yandan gördüklerini, hissettiklerini, yaşadıklarını kaydeder. Ortaya bu “anlatı” çıkar böylelikle.
İnsanın Düşünmekten Canı Yanar mı? hassas zamanların kitabı. Hassas zamanları adeta sıradanlaştırmış bir ülkenin gazetecisinden, komşu ülkeye bakan bir ilk kitap.
“İyiler yine kaybetti sonuçta İran’da. Hep öyle olmuyor mu son dönemlerde buralarda…”
2. Midland Oteli’nde Çay —David Constantine
David Constantine Midland Oteli’nde Çay’da gerçek hayatı bütün çıplaklığıyla merkeze alırken hikâye anlatma, dil ve anlatım ustalığını büyüleyici bir edebi dehayla birleştiriyor. Onun karakterleri zarif bir isyanla var oluyor, yenilgi karşısında yıkılmayıp onu omuzlarına attıkları bir pelerin gibi taşıyorlar. Constantine doğanın da âdeta bir karakter gibi öykülerin atmosferini oluşturduğu bir dünyaya davet ediyor okuru.
2010 BBC Ulusal Öykü Ödülü ile 2013 Frank O’Connor Uluslararası Öykü Ödülü’nü alan Midland Oteli’nde Çay, David Constantine’in Türkçede yayımlanan ikinci kitabı.
3. Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç —Hüseyin Rahmi Gürpınar
Romanlarında, mizahi unsurları kullanarak yaptığı toplum eleştirileriyle ünlü Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın en sevilen eserlerinden biri olan Kuyrukluyıldız Altında Bir İzdivaç’la karşınızdayız.
Halley kuyrukluyıldızının Dünya’ya çarpacağı haberi hızla yayılmaya başladığında artık önüne geçilemeyecek olaylar zinciri de başlamış oldu. Dünya’ya çarpacak kuyrukluyıldızdan başka bir şey konuşulmaz olmuş, ortalıkta dolaşan felaket senaryoları yüzünden korku dolu bir bekleyiş başlamıştı.
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın kuvvetli kaleminden dökülen cümlelerle, eski İstanbul yaşamı ve insanları gözünüzde canlanacak; Halley kuyrukluyıldızından doğan ve kaderi bu yıldıza bağlı olan bir aşk hikâyesine tanıklık edeceksiniz. Kitap boyunca yaşanan ironik ve komik olaylara gülerken, usta yazarın eleştirileriyle birlikte toplum gerçeklikleri üzerine düşünmeden de edemeyeceksiniz.
4. Erkek Dediğin… —David Szalay
Erkek Dediğin erkeklerin dünyasına açılan bir kapı. On yedi yaşındaki Simon ile arkadaşının çıktığı Avrupa turuyla başlayan roman ölümün eşiğindeki Tony’nin hikâyesine kadar farklı yaşlarda ve milliyetlerde dokuz erkeğin hikâyesine yer veriyor. Her hikâyede erkeğin yaşı büyürken, buna bağlı olarak hikâyelerin geçtiği aylar da değişiyor, hayatının baharında olan Simon’ın hikâyesi nisan ayında başlıyor ve en son hayatının kışını yaşayan Tony’nin hikâyesinde aralık ayına ulaşılıyor.
Hikâyelerdeki kahramanların hepsi de evlerinden bir şekildeuzaktalar. Çevrelerinde dostları, aileleri ya da iş arkadaşları olsa da, dünyayı küçülten teknoloji içinde yalnızlar ve bu yalnızlığı derindenhissediyorlar. Karakterlerin bazıları bu yalnızlıklarını kabul edip kendi içlerinde yaşamayı kabul ederken, bazıları yüzeysel ve geçici ilişkilerle yalnızlıklarından kurtulmaya çalışıyor. Erkek Dediğin, yaşı ve sosyal konumu ne olursa olsun erkeklerin dünyaya ve düzene bakış açısını başarılı bir şekilde yansıtıyor.
5. İnsan Çürümeye Başladığında —Mustafa Becit
“Adalet insana öyle ya da böyle bir bedel ödetir. Ama insan çürümeye başladığında adaletin bir önemi kalmaz. Ben çürümemin son noktasındayım ve Allah’ın bana biçtiği adalet bu.”
Cinayet büro hareketliydi. Masalardan masalara uçuşan dosyalar, telsizlerden duyulan anonslar, çalan telefonlar, bitmek bilmeyen sorgulayışlar… Birileri aranıyordu bu masalarda. Dosyalarda resimleri, isimleri, hikâyeleri vardı. Tutulmuş tutanaklarda gizliydiler, delil poşetlerinde yaşıyorlardı. Yakalansalar bile meçhuldüler, gerçeğin içinde birer gizdiler.
Adalet neydi? Herkes bu dünyada hak ettiğini bulur muydu? Bir cinayet en fazla kaç hayata uzanabilirdi? İnsan ne zaman çürümeye başlardı? Başkomiser Rauf, Taksici Muhsin, Doktor Taner ve diğerleri… Mustafa Becit, ikinci romanı İnsan Çürümeye Başladığında ile çürümenin, en dibe çöküşünün denizinde kulaçlar atıyor.
6. Onur Ünlü: Bir Sürü Endişe —Alper Kırklar
Onur Ünlü’nün şiir, sinema ve televizyon prodüksiyonları vasıtasıyla dahil olduğumuz dünyasına bu kez uzun ve derin bir sohbetle konuk oluyoruz. Son sürat üretmeye devam eden, normal olanın sınırlarını zorlayan, ortalama ile derdi olan, anaakımla işi olmayan, çok okuyan, çok seyreden, çok dinleyen, türüne az rastlanır bir zihnin kıvılcımlı, sihirli, deli, bir o kadar endişeli arka odası burası… Alain Badiou’den Farabi’ye, Kurt Vonnegut’tan İbn-i Rüşd’e, şiirden felsefeye, edebiyattan siyasete, tasavvuftan sinemaya, bu dünyadan öteki dünyaya uzanıyor; insan olmanın türlü hali masaya yatırılıyor.
Yönetmen, şair, senarist ve insan olarak Onur Ünlü verdiği sahici cevaplarla okuru zihin açıcı bir yolculuğa çıkarıyor.
7. Kimdir Bu Mitat Karaman? —Doğu Yücel
Böylesine sıradan bir anda nasıl bir değişim yaşanabilir ki? En fazla ne olabilir? Mitat televizyonda aynı şeyleri geveleyip duran adamlardan birinin sarf edeceği muhteşem bir sözle hayatı hakkında büyük bir uyanış mı yaşayacak? Çitlediği çekirdeğin kabuğu dişetlerine saplanacak, bunu fark etmeden ağzını kapatınca fantastik filmlerdeki canavarlar gibi can mı verecek? Kabuğu tamamen kapalı olan antepfıstığını açmaya çalışırken elini mi kıracak? Ne olabilir ki Allah aşkına?
Evden işe, işten eve gidip gelen son derece sıradan ve silik birinin başına ne gelir ki, demeyin… Karakterimiz Mitat bir gece uyandığında, diyafonun düğmesine basmak ve apartmanın kapısını açmak zorunda kalır. Ve hayatı bütünüyle değişir… Doğu Yücel’in bu sürükleyici yeni zaman polisiyesi güçlü bir kara mizah örneği, bir paranoya kuyusu, okudukça açılan, heyecan verici bir yeni Türkiye panoraması. Devamı gelsin isteyeceksiniz.
8. Tütüncü Çırağı —Robert Seethaler
1937 yazının son günleri… Göl kıyısındaki küçük bir kasabada yaşayan on yedi yaşındaki Franz, annesinin isteğiyle “eski bir tanıdık” olan tütün mamulleri satıcısı Otto Trsnjek’in yanına, Viyana’ya gider. Böylece hem bir meslek edinecek hem de Viyana gibi bir yerde daha iyi bir gelecek kurabilecektir.
Genç Franz bir yandan mesleğin inceliklerini öğrenirken bir yandan da dükkâna uğrayan ünlü tiryakilerle tanışır. Bu müşterilerden biri olan Profesör Sigmund Freud ile dostluk kuran Franz, Anezka adlı gizemli bir kıza âşık olduktan sonra profesörle görüşmeyi daha da sıklaştırır.
Ancak o günlerde Viyana’ya gelen bir tek Franz değildir; gamalı haçlar, Führer posterleri, Gestapo da gelip yerleşmiştir Viyana’nın kalbine. Sersemletici bir aşkın pençesindeki Franz, içinde yaşadığı toplumun, siyasetin kısacası etrafındaki her şeyin dönüşümünü geç de olsa fark etmeye başladığında artık dönülmez bir yola girmiştir hayat.
Dünya edebiyatının son yıllardaki en dikkat çeken isimlerinden Robert Seethaler’in bu incelikle örülmüş, yürek burkan romanını Oktay Değirmenci Almanca aslından çevirdi.
9. Sen Güneş Kokuyorsun Daha! —Haydar Ergülen
İnsan Kısadır Babaannem derdi ki: İnsan kısadır oğlum ve bilmezden gelir kısalığını, bilseydi yarışmazdı yollarla, göğe evler yükseltmezdi, Nazlı babaannem sözü de uzatmazdı ısrarı da az söyler, usul söyler, pir söylerdi bir de adamın kötüsünü piyade, sözün fazlasını şiir yaparlar derdi, piyade olduğumu da gördü şiir yazdığımı da, küçücük bir büyükanneydi, onu yitirince anladım kısacıkmış her şey, insan kısaymış ağaçtan, ikindiden, elmadan, güneşten, kardan, yağmurdan, gölgemiz bile bizden uzunmuş, ya çocukluk, o da rüyasından kısaymış meğer, sanki altı kardeş nöbetleşe rüya görsek hepimizden bir çocukluk belki çıkarmış, “bu dünya bir pencere” türküsünü söylerdi de anlamazdık, bu dünyaya alıştık, şimdi zor geliyor dünyadan gitmek, bazen rüyama geliyor, kısacık kalıyor, bir gülümseme kadar, “çok uzatma” diyor “şiiri, kimse anlamaz ve ömrün de uzamaz bundan,” insan yanlışlarıyla büyür, aşkı uzun boylu sanırdım anladım ama, ne zaman, harflerinden de kısaymış aşk, bazen yazıncaya kadar geçiyor, bazen zaman alıyor aşkı içimizdeki ormandan kurtarmak, aşk kısa, şiir uzun, sözgelimi bir ağaç kaybolsa da orman yine orman, ya bir harfli kaybolsa, zaten kaç harf ki insan?
10. Huzursuz Özne —Hanife Altun
Hanife Altun, Masalından Göçen Kuş adlı ilk öykü kitabından sonra, ikinci öykü kitabı, Huzursuz Özne ile okurun karşısına çıkıyor.
Altun, sesini bulmuş bir yazar; Huzursuz Özne bu nedenle okur açısından çok da yabancısı olmayacakları bir üslup sergiliyor. Yazarın ironik, yer yer muzip ama dokunaklı anlatım dili, bu kitapta da okurların belleğinde kalıcı izler bırakmaya aday öyküler kuruyor. Kırılmış fay hatları boyunca ilerleyerek kah çocukluğa kah kadınlığa, kah yaşama acemiliğine ve vazgeçişlere uzanan öyküler, yazarın kendi deyimiyle, “Buraya sığışamayanlara ve orada duramayanlara” seslenirken, yazarın sesine yankı beklediği nokta tam da burası oluyor.
“O kadar uzun zaman oldu ki ona mektup yazmayalı. Belki beş sene, belki beş gün, belki de beş saat. Tam olarak bilemiyorum ama uzun zaman olduğu kesin. Elindeki bastona tutuna tutuna, arkasını ezdiği ayakkabılarını zar zor sürükleyen yaşlı adamlar olur ya; zaman, onların adımları gibi geçer, burada hepsi uzundur zamanların.”
“Huzursuz Özne” dünyayı, peşi sıra sürüklediği can sıkıntısıyla adımlayanların ayak sesleri ve izleri arasında, vazgeçmekten değil de anlamın gözden düşmesinden söz ediyor. Karakterler biraz tekinsiz, biraz da canları sıkkın belki ama mutsuz değiller. Boyun eğmeyi ve yola gelmeyi reddediyorlar. Kavgaları en çok aynalarla. Aynanın içindeki düzelirse her şeyin düzeleceğine ilişkin bir yanılgıyı da can sıkıntısına katarak, yürüyüp gitmekteler. Umarsız.
11. Benim Adım Meleklerin Hizasına Yazılıdır —Hüseyin Kıran
Hüseyin Kıran külliyatında izi adım adım sürülebilen bu dünyanın insanı olmayı “normalliği” zorlayarak değiştirme mücadelesi, Benim Adım Meleklerin Hizasına Yazılıdır’da güçlü bir metafora dönüşüyor. Her türlü otoriteye bireysel karşı çıkışın, nihayetinde kendisinin de bir otoriteye dönüşmesi, gelişmesi ve kaçınılmaz olarak devrilmesinin hem hikâyesi hem de dile yansıyışı sorgulayıcı etkiler yaratıyor.
Neşterinin keskin ağzı biat edenleri, kabullenenleri ve uyumluları kesiyor. “Anladım. Efendi bendim. Kendimle görüşecektim. Bu, doğayla görüşmenin diğer adı oluyordu. Doğa, kendini bende gömülü tutuyordu. İçimde çeşit çeşit hayvanın yankısını bunun için buluyordum, onlarla kardeştim. Bu kadar kolay öfkelenebilmek, beni lav püskürten yanardağların kardeşliğine bağlıyor. Ölü gibi sessiz bekleyebilmem, beni deniz yapıyor ve değişkenliğimle nehir oluyordum… Ve peki, ben kendime ne diyecektim…”
12. Aurora’nın İlk Öpücüğü —Meryem Gültabak
“Aşk bir devrimdir. Bir kez âşık olduktan sonra kimse aynı kalamaz. Kabullenin.”
“İnsan kim olacağını seçemez ama çevresinde kimlerin olacağını seçebilir. Etrafınızdaki insanları seçerken iyi düşünün.”
“İnsan vücudunun çoğu oksijen, karbon, hidrojen, azot, kalsiyum ve fosfordan oluşur. Ama bunlar sizi siz yapmaz, sizi sadece madde kılar. Ne olduğunuzu keşfedin.”
İlk öpücükler, hayatımızın en özel anlarıdır. En yakın arkadaşınızın sizi dürtmesiyle hoşlandığınız kişinin size doğru geldiğinin sinyalini aldığınız, hoşlandığınız kişiyi gördüğünüzde heyecandan ölecekmiş gibi hissettiğiniz o günleri hatırlıyorsunuz değil mi? Peki ya bu ilk öpücük biraz şanssız olursa? Aurora Hannigan, anne tarafından Tatar, baba tarafından Tokatlı, görünüş olarak yanınızdan geçse fark edemeyeceğiniz kadar “sıradan” bir genç kız. Sıradan görünen her genç kız gibi, Aurora’nın da iç dünyası ve hikâyesi bambaşka!
Meryem Gültabak Aurora’nın İlk Öpücüğü ile okuyucuyu gençlik yıllarına, duyguların en sahici olduğu o zamanlara götürecek. Aurora’nın hikâyesini okurken arkadaşlığın, ilk aşkların, öpücüklerin duygulu ve bazen de kahkaha dolu anılarını hatırlayacaksınız.
13. Kurdeşen —Kaya Tanış
Kurdeşen, bir ilk roman. Yazar, günümüzde klişeleşmiş “sıkıntı” ve güncel modern bunalım anlatısının aksine sıkıntıyı bir varlık, coğrafya ve kültürel bağlam içinde sorunsallaştıran bir anlatıyla karşımıza çıkıyor. Son dönem revaçta olan “kentli arabesk” depresifliğe karşı kendi coğrafyasından konuşan, nostaljiyi ve folklore dönüştüren, masal biçiminin özü niteliğindeki sözlü kültürle haşır neşir bir ilk roman. Acziyetle kudretin, naiflikle vahşetin “bıçak sırtı” bir dil ve teknikle çatıldığı bir kurmaca.
Kurdeşen, son zamanlardaki hikâye merkezli anlatımı, biçimsel bakımdan hikâyenin gerçek yerine iade eden, roman ile hikâye biçimleri arasında adeta “yeni” bir Anadolu epopesine imza atıyor.
Dedem, ağaçla konuşuyor sandım; bana yüzünü döndüğünde anladım, benimle konuşuyordu. Yağmur çiselemeye başladı, göz göze geldik, “Hadi,” dedi. Bahçeden çıktık. Babam karşımızda duruyordu. Belki de ilk kez üçümüz yalnızdık. Hatırlamıyorum, çocuklar bazı şeyleri hatırlamayı sevmezler, demiştim. “Bahçedeymiş,” dedi dedem. Babama doğru yürüdüm ve sevinçle dedemin bana verdiği bıçağı gösterdim. Zincirden çıkarmaya çalışıyordum ki, “Tamam,” dedi babam. (Babam en çok “tamam” derdi.) Önce bıçağa baktı, sonra dedeme… Bakışları bıçaktan daha keskindi. (Ama ben bunu sonar düşündüm.)
Dedem bıçağı babama değil de bana verdiğinde oğlum daha doğmamıştı, annem kardeşime hamile kalmamıştı, babam ağaçtan düşüp ölmemişti ve ben daha çocuktum.
14. Ölüler Sır Saklamaz —Nigel McCrery
…demişti ‘Fransız Sherlock Holmes’ Dr. Edmond Locard.
Locard’ın Değişim İlkesi adıyla bilinen bu basit ifade, adli bilimlerin çekirdeğidir. Saç telinden ipliğe yahut parmak izine kadar, arkasında herhangi bir iz bırakmayan suçlu sahiden çok nadirdir. Başarılı televizyon dizisi Silent Witness’ın yaratıcısı Nigel McCrery bu büyüleyici ve ürpertici eserinde adli bilimler tarihine dalıp, suç mahallerinde bulunan delilleri okumaya yönelik inanılmaz tekniklerin gelişimini inceliyor.
McCrery adli bilimlerin, balistik, liflerin analizi ve genetik parmak izi dâhil bütün başat alanlarını, her bir gelişme ve keşfin kendini ispatladığı vakalardan örneklerle anlatarak okura gizemleri uzmanlarla birlikte çözme hazzı tattırırken bilimsel ilkelerin dramatik uygulamalarını gösteriyor.
Ölüler Sır Saklamaz, kimi zaman hafife alınan bu disipline dair, cin dolu bir küpte saklanmış kesik bir başı içeren ve parmak izi kullanılarak çözülen ilk cinayetten sadist bir katilin DNA delilleriyle ilk kez adalet karşısına çıkarılmasına kadar birçok önemli noktaya değiniyor ve tüm adli bilimcilerin bildiği bir gerçeği, insanların öldükten çok sonra bile anlatacak hikâyeleri olduğunu gösteriyor.
15. Bütün İyiler Biraz Küskündür —Nilay Örnek
“Nilay kelimeleriyle, merakıyla, yorumlarıyla yaşama heveslendiriyor beni. İnadına yaşayıp o filmi de görmek, o şehre de gitmek, o son kapıyı da açmak istiyorum. Adalet yerini bulana kadar yaşamak isteği güçleniyor kalbimde… Bütün İyiler Biraz Küskündür, öğrenmekten, gülmekten, doğduğu yeri sevmekten vazgeçmeyenler ve iyi kalmaya çalışan bütün yorgun savaşçılar için geliyor.” (İclal Aydın)
Çoğumuzun kalbi kırık ve bu bizi yavaşlatıyor… Ayrıldık, ayrıştık, yıprandık, işsiz, mesleksiz, huzursuz, kimi zaman kahkahasız, kimi zaman umutsuz kaldık. Peki ne yapacağız? Belki de önümüze bakıp önce, fark yaratabileceğimiz en yakınımızdaki durumla başlayacağız! Gülmekle başlayıp çabalayacağız. Atmosfer, en sıradanı, en su yüzüne çıkanı, en hoyratı alkışlarken ve bizler pasif agresif bu akışı izlerken, Türkiye’de bütün gerçek iyilerin, elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışanların kalbine birer leke düşüyor. İşte bu kitap da bir nevi benim memleket derdim, benim anlama çabam, olan bitenden kaçarken sığındığım bazı insan-limanlar ve benim çözüm önerilerim…
16. Küvetteki Adam —Tuna Yukay
“Hâlâ bir bardak çay içmek isteyen insan hiçbir şekilde ölmemeli.”
Tuna Yukay bu üçüncü romanında, Fransız klasiklerinden fırlamış gibi görünen bir karakterle tanıştırıyor bizleri: Ölümcül bir hastalığa sahip olan Hasan, kendini resme ve sanata adamış bir ressam. Hayatın anlamını, anlamsızlığını sorgularken etrafında yaşanan trajediyi (cinayetler, iç savaş, toplumsal karmaşa) alayla gözlemliyor. Romandaki diğer karakterler gibi, soğukkanlı ve umursamaz. Belki de değil. Yazar, karakterlerin bu bakış açısını kullanarak konfor peşindeki insanları rahatsız etmeye çalışıyor. Modern çağın yapaylığı ile roman dilini birleştiriyor.
Küvetteki Adam anlatmak için değil göstermek için yazılan distopik bir roman. İnsanın iç dünyasındaki çelişkiler, zıtlıklar, kabullenişler, reddedişler sahne sahne kuruluyor. Sayfalar sinematografik bir görüntü seli halinde okurun zihnine işliyor.
17. Ve Çocuk Tanrı’ya Küstü —Yakup Almelek
Öykümüzün kahramanı kelimelerle kaba taslak resmini çizdiğimiz evin ikinci ve son katında anne, baba, abla ve kardeşiyle otururdu. Talihli bir aile görünümündeydiler. Görünümündeydiler diyoruz, çünkü ülkenin dışında korkunç bir savaş bütün dehşetiyle sürüp gitmekteydi. Korku her tarafını sarmıştı mahallenin. Savaş, kapılarını çalacak ve onları da zifiri karanlık bir geleceğe sürükleyecek miydi?
İki sıkıntısı vardı istikbalin. Biri ülkedeki büyük çoğunluğun başına gelebilecekler, diğeri küçük azınlığın büyük çoğunluğun başına gelebileceklere ek olarak içinde bulunduğu bilinmezlik.
18. Dachau’dan Sonra —Daniel Quinn
İsmail ve B.’nin Hikayesi’nin yazarından yeni bir roman, disütopik bir reenkarnayon anlatısı… Aryanların, melezlerin, Yahudilerin, Nazilerin, beyazların ve siyahilerin toplumsal belleklerinin iç içe geçtiği bir yaşamın öyküsü…
Yahudilerle Naziler arasında bir savaş olduğuna inandırılan bir halkın, soykırım gerçeğiyle yüzleşmesi. Soylu bir yaşam mücadelesi veren Mallory’nin tüm bu hafızayı tazelemek zorunda kalarak ruhunun karanlık geçmişini hatırlaması.
19. Bir Psikiyatristin Anıları —Irvin D. Yalom
“Seksen beş yaşın acemisiyim. Sona doğru yaklaştıkça adım adım başa dönen bir daire çizerek ilerliyorum.”
Rusya göçmeni Yahudilerin ilk nesil çocuklarından olan yazar ve psikiyatrist Irvin D. Yalom, Washington, DC’nin düşük sınıfın çoğunlukta olduğu bir bölgesinde büyüdü. İçinde bulunduğu şartlardan kurtulmak istediği için aklına doktor olmayı koydu ve bunu inanılmaz bir yükseliş izledi. Başkalarının hayatlarını araştırmak üzerine bir kariyer inşa eden Yalom, kalemini ve terapötik bakış açısını bu kez kendisi için kullanıyor.
Yalom’un hikâyesi bir rüyayla başlıyor: Kendisi on iki yaşında ve yüzü sivilce izleriyle dolu bir kızın evinin önünden bisikletiyle geçiyor. Her sabah olduğu gibi kızla arkadaş olabilmek umuduyla kıza, “Selam Kızamıklı!” diye bağırıyor. Ama rüyasında kızın babası, Yalom’u her gün tekrarladığı bu sözlerin onu incittiğine dair uyarıyor. Yalom’a göre bu, empatinin doğuşu; bu dersi hiç unutmamış.
Sevgiye ve pişmanlığa dair anekdotlarla iç içe geçmiş olan Bir Psikiyatristin Anıları’nı okurken, kitapları pek çok insan için yol gösterici bilge bir psikiyatrist ve düşünürün yaşam yolculuğuna şahitlik ediyoruz. Ama bu yalnızca bir insanın hayat hikâyesi değil, Yalom’un yaşamına ve gelişimine dair düşünceleri, bizi kendi köklerimiz ve hayatımızın anlamı üzerine düşünmeye de davet ediyor.
20. Altındağ Hüznün Coşkusu —Yaşar Seyman
Altındağ’ı işlemek, bir coşku, bir ürkü, bir korku, bir heyecan, bir devinim ki!.. Arsız bir sevda oldu. İşledikçe nakışın zorluğunu kavrıyorum. Sordukça, araştırdıkça öğrenme susuzluğum kaleme, kâğıda, bakışa, yürüyüşe, düşünceye yansıyor. Bu yorgunluğun, bu devinimin dinginliğini, yine bu çalışmanın güzelliğinde, deyiminde, türküsünde, yıkayıp astığı renk renk çamaşırının seyrinde buluyorum.
Altındağ için, “Altı dağ, üstü gök” diyor bir küçük kentsoylu aydın. Bazılarına da Altındağ, “gecekonduyu ve lümpenliği” çağrıştırıyor.
Ben de yeni insan tipiyle gecekonduların çekirdeğini anlıyorum. Sevdaya uzaktan bakan kadınları, yanlışları bol kabadayılara öykünen çocukları, şişeye teslim olan kumarcıları, gençleri, küçük saksılarda bahçe özlemini gideren, buna karşın bir-iki odalı evlerinde yaşam coşkularıyla çocuk sayılarına çocuk katan, sevdayla sevinci ve acıyı paylaşan insanlarımı anlıyorum.