Gökhan Duman’ın Vadi Yayınları’ndan okurlarla buluşan 11. Peron adlı kitabı yakın tarihimizin en önemli olaylarından biri olan Almanya’ya işçi göçünü konu alıyor. Hemen hepimizin çevresinde gurbet ellerde işçi olarak çalışan birileri vardır ve onlardan gurbette yaşadıklarına dair hikayeler duyarız. Duyduklarımıza rağmen pek çoğumuz bu işin evveliyatından pek de haberdar değiliz. Hatta orada “yabancı” olarak horlanan bu kişileri kendi vatanlarında “Almancı” olarak horlayanların sayısı da az değildir. İşte Gökhan Duman bu kitabında her yerde öteki olarak görülenlerin hikayesini anlatıyor.
Bad Godesberg’de imzalanan anlaşma ile Almanya’nın “turist işçileri” kendi ülkesinde istihdam etmesine dair tüm detaylar 11. Peron’da toplanıyor. İnsanların büyük umutlarla değişen, alt üst olan, kaybolan hayatlarını öyle iyi anlatıyor ki Duman, okumasam bir yanım eksik kalırdı dedim kitabın kapağını kapattığımda.
Hayallerinin peşinde insanlar
1960’lı yıllar Türkiye’den insanların başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde bir hayalin peşine gitmeye başladıkları yıllar oldu. Bu insanlar aslında Türkiye’de bir şekilde yaşıyorlardı ancak daha güzel günleri kim istemez ki? Mesela oturduğunuz sokağın başında küçük bir dükkan açabilmeyi, çocuklarına daha iyi bir gelecek sağlamayı ya da farklı nedenlerle girdiği darboğazdan çıkmayı…
II. Dünya Savaşı sona erdiğinde Avrupa’da erkek nüfusunda bir azalma vardı ve bundan en fazla etkilenen Almanya’ydı. İlkinin ardından II. Dünya Savaşı’ndan da mağlup ayrılan Almanya’da fabrikaların çarklarını döndürecek iş gücü o kadar yetersizdi ki, sadece Türkiye’den değil, İtalya, Yugoslavya, Yunanistan, İspanya gibi ülkelerden istihdam etmeye ihtiyacı vardı. Bu işçiler bantları döndürecek ve Alman ekonomisine istediği canı getirecekti. Belki bunun detayları düşünüldü, belki hiç düşünülmedi. Sadece işçiler gelsin yeter… Bugün Avrupa’nın lokomotifi olan Almanya böylece göçmenlerin ellerinde yükselmeye başladı.
Pis işleri göçmenler yapar
Avrupa’da insanların yapmak istemedikleri işler göçmenlere kaldı. Mesela madenlerin en derinleri, fabrikaların en zor işleri, sokakların en ücra yerleri… İstenmeyen ne varsa göçmenlere kaldı, ülkenin ‘yerlileri’ ise bir şekilde hep bu ‘yabancıların’ üstünde oldu.
Göçmenler kalacak, bant akacak
Yeniden inşa edilen Almanya’da önceleri herkes turist işçilerden memnundu çünkü fabrikalar tıkır tıkır işliyordu. İnsanlar artık homurdanmaya başlasa da, patronlar daha fazlasını istiyordu. Daha fazla Türk, daha fazla Yunan, daha fazla Yugoslav… Göçmenler giderse olmaz; onlar artık öyle yabana atılacak gibi değiller, vasıflı işçiler. İşi en iyi onlar biliyor, onlar yapıyor. Bu kez yeni bir anlaşma geliyor ve işçilerin kalma süreleri uzatılıyor. Üstelik artık aileleri de gelebilecek. Yani göçmenler burada bir düzen kurmaya başlıyor. Her şey iyi giderken, işleri ne tersine döndürebilir ki?
Kriz en çok ekonomiyi değil, göçmenleri vuruyor
Almanya’da ekonomi iyi gitmiyor. İnsanlar işsiz, alım gücü az dolayısıyla homurdanmalar başlıyor. Her şeyin sorumlusu göçmenler. En azından Almanlar için öyle… Özellikle de Türkler. Bantları en iyi onlar işletirken bir anda Türkler turist işçiden yabancıya dönüyor. Almanya’da yabancılar bir kez daha istenmiyor. Bu kez hedefte işçiler var. Hani şu daha iyi bir hayat beklentisiyle gurbeti mesken tutanlar. Birileri bedel ödeyecek. Fabrikadaki Ali, okuldaki Ayşe, sokaktaki Hüseyin hatta evindeki Fatma… Onlara öfke o kadar büyük ki bedelini hor görülerek, dövülerek hatta yanarak ödeyecekler… Halbuki bir zamanlar ne güzel bandolarla karşılanmışlardı.
Göçmenler haklarını istiyor
Köln’de Ford fabrikasında çalışan göçmenler için bant giderek daha hızlı akmaya başlıyor; ücretler aynı, izinler aynı… Memlekete gidecekler, yol uzun sürüyor ancak buna bir çare bulunmalı. Bulunuyor da. Memleketten bu kez doktor raporları gelmeye başlıyor. Fabrika en başta kabul ediyor raporları ama sonrasında işler değişiyor. Hastalıklar hep aynı, yönetim “Olmaz!” diyor. İşçileri işten çıkarıyor ama bu onlar için de hiç iyi olmayacak. Göçmenler için ise zaten hiç iyi olmadı.
Türkler, Yugoslav, İspanyol, Yunan işçilerin desteğini alarak hem arkadaşlarının yeniden işe dönmesi hem de şartlarının iyileştirilmesi için greve gidiyor. Bantlar yavaşlıyor önce, sonra duruyor. Alman işçiler de haksızlığın farkında. Onlardan da destek geliyor. Fabrika süre istiyor, düşünecekler. Ertesi sabah gazeteler yazıyor: “Türkler fabrikayı işgal etti.” Kimse insanların ezildiğini görmüyor. Koca koca adamlar insanlara yalan söylüyor.
Fabrika yönetimi karşı teklifini yapıyor ama arada uçurum var. Bu kez işçiler “Olmaz!” diyor ancak devamında grev kırılıyor, polisler fabrikaya giriyor. Ardından yine işten çıkarmalar. Alman hükümeti grevi yasa dışı görüyor. Göçmenler Türk hükümetinden destek bekliyor ancak onlar da “Kızıllara uymayın” diyor. Kızıllar. Kimse bu insanların ezildiğini görmüyor, görmek istemiyor. Onlar sadece haklarını istiyor. Kimi kızıl, kimi dindar, kimi Türk, kimi Yunan, kimi İspanyol ama hepsi işçi, emekçi…
Komşu kardeş gibidir
Daha önce de dediğimiz gibi Almanya işçi alımında sadece Türkiye’den değil, Yunanistan’dan, İtalya’dan, Yugoslavya’dan, İspanya’dan, Portekiz’den işçiler alıyor. Türkiye’den gelenler en iyi Yunanistan’dan gelenlerle anlaşıyor. Neredeyse hep omuz omuzalar. Birbirlerini kolluyorlar. Nihayetinde komşular. Komşu komşunun külüne bile muhtaç değil midir? Bunu en iyi orada öğreniyorlar.
Bir şeyler daha anlaşılır olacak
11. Peron hakkında söylenecek çok söz var. Avrupa’ya ve buradaki emekçilere, onların yaşadıklarına ve onlar üzerinden dünyadaki ve Türkiye’deki göçmenlere daha anlamlı bakmanızı sağlayacak. Gökhan Duman’ın hikayeci anlatımı sanki bir kurgu okuyormuşçasına sizi kendine çekerken, gerçekler sizi ayıltacak.